♪
Kültür bakanlığı sınavında. Ankara thm koro şefi kızını aldı. Urfa korusu şefi kayın biraderini aldı. İstanbul korosu şefi oğlu ve yeğenini aldı. ilginizi çekerse detay verebilirim
ttnet arena - 09.07.2024
♪
Cumhuriyetimizin kurucusu ulu önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarını saygı ve minnetle anarken, ülkemiz Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 100. yılını en coşkun ifadelerle kutluyoruz.
Mavi Nota - 28.10.2023
♪
Anadolu Güzel Sanatlar Liseleri Müzik Bölümlerinin Eğitim Programları Sorunları
Gülşah Sargın Kaptaş - 28.10.2023
♪
GEÇMİŞ OLSUN TÜRKİYE!
Mavi Nota - 07.02.2023
♪
30 yıl sonra karşılaşmak çok güzel Kurtuluş, teveccüh etmişsin çok teşekkür ederim. Nerelerdesin? Bilgi verirsen sevinirim, selamlar, sevgiler.
M.Semih Baylan - 08.01.2023
♪
Değerli Müfit hocama en içten sevgi saygılarımı iletin lütfen .Üniversite yıllarımda özel radyo yayıncılığı yaptım.1994 yılında derginin bu daldaki ödülüne layık görülmüştüm evde yıllar sonra plaketi buldum hadi bir internetten arayayım dediğimde ikinci büyük şoku yaşadım 1994 de verdiği ödülü değerli hocam arşivinde fotoğraf larımız ile yayınlamaya devam ediyor.ne büyük bir emek emeği geçen herkese en derin saygılarımı sunarım.Ne olur hocamın ellerinden benim için öpün.
Kurtuluş Çelebi - 07.01.2023
♪
18. yılımız kutlu olsun
Mavi Nota - 24.11.2022
♪
Biliyorum Cüneyt bey, yazımda da böyle bir şey demedim zaten.
editör - 20.11.2022
♪
sayın müfit bey bilgilerinizi kontrol edi 6440 sayılı cso kurulrş kanununda 4 b diye bir tanım yoktur
CÜNEYT BALKIZ - 15.11.2022
♪
Sayın Cüneyt Balkız, yazımda öncelikle bütün 4B’li sanatçıların kadroya alınmaları hususunu önemle belirtirken, bundan sonra orkestraları 6940 sayılı CSO kanunu kapsamında, DOB ve DT’de kendi kuruluş yasasına, diğer toplulukların da kendi yönetmeliklerine göre alımların gerçekleştirilmesi konusuna da önemle dikkat çektim!
editör - 13.11.2022
Devlet tiyatroları'nın eski genel müdürü yılların yönetmen ve oyuncusu Yücel Erten ile Devlet Tiyatroları'nın bugün içinde bulunduğu durumu, sanatın gidişatını ve toplum-sanat ilişkisini konuştuk. "AKP iktidarının kültür ve sanat alanlarına toptan bir savaş açmış olduğunu görüyoruz" diyen Erten’in toplumsal çöküşle ilgili tespitleri oldukça çarpıcı: “Bu toplumun bu hale gelişi televizyonun, Dallas'ın köydeki tek odalı eve girmesiyle başlar.”
Devlet Tiyatroları'nda uzun yıllar oyunculuk ve yönetmenlik yapan Yücel Erten, yurt içi ve yurtdışında öğretim üyeliği, yönetmenlik ve üniversitelerde öğretim üyeliği görevlerinde bulundu. 1969 yılında adım attığı Devlet Tiyatroları'nda 1992 yılında Genel Müdürlük ve Başrejisörlük yaptı. 2000 yılında kendi isteğiyle emekli olan Yücel Erten, birçok dizide de oyunculuk yaptı.
Devlet Tiyatroları'nda birşey oluyor ve biz ne olduğunu çok da anlayamıyoruz da. AKM hala kapalı, oyunlar çok belli yerlerde belirli sayıda oynanıyor.
Aslında Devlet Tiyatrosu'nda bir şey olmuyor. Yani bunu şu manada söylüyorum. Devlet Tiyatroları birçok sanat kurumu gibi fetret devrine girdi. Yani kim nerde, ne yapıyor, ne için, onun sebebi nedir, böyle yapmaya hakkın var mıdır gibi soruların ortadan kalktığı herkesin deyim yerindeyse gücü eline geçirince kafasına göre takıldığı bir döneme girdi uzun zamandır.
Oldum olası bir padişahlık şeyi vardı da aşırı merkeziyetçi bir yönetim. Bütün yetkiler Ankara'da oturan bir padişahın elinde, her şey onun yönetiminde, her şey onun uygun gördüğü şekilde gerçekleşir. 4 metrekare fayans değiştirecek Genel Müdürden izin almak zorundadır şeklinde.
Onu oyna, bunu oynama, ona rol ver buna verme, o reji yapsın vs. vs Bütün bunlar zaten gelenekte biraz padişahlık şeyi olarak süregeldi. Ama şimdi padişahlık da bir kalibre ister, bir yetenek ister, bir liyakat gerektirir.
Eski padişahlar da kalmadığı için fetret devrine girdi. Herkes gelişigüzel davranma sorumsuzluğunu hak etmiş durumda. Herkes aklına geldiği şekilde rasyonelitesini sorgulamadan itiraz ediyor. Bilmem ben kuralsız bir dönem ve o kuralsızlıklar da tabi hem tabi yıkımcıların işine geliyor hem de bu durum yapıyı yıpratmak için biraz da kasıtlı olarak besleniyor, onay görüyor.
Yani bu kuralsızlığın içinden bir savaşla birisi galip çıkacak. O yüzden de kuralsız olarak bırakılıyor orası.
Evet. O savaşın sonucunda sanat kurumlarını yok etmeye kalkışan yıkımcılar galip çıkacaklar. Devlet niçin sanat yapacakmış gibi yine çok tartışılabilir, kuvvetli dayanakları olmayan bazı görüşler ki iktidarın bu görüşlere sahip olduğu açık belli. Buradan bir yaşam biçimi olarak sanatı ve sanat kurumlarını silme eğilimindeler. Burada fiziki olarak imkanlardan yoksun bırakmak, sahnelerin teker teker avucumuzdan uçup gitmesi, sanatçıları yıldırılıp emekliliğe doğru sürüklenmeleri, yeni kadro açılmaması, mevcut kadroların çalışmasına türlü türlü hiç yerinde olmayan denetimler, oynanacak piyeslerin Bakanlığa gönderilerek oradan görüş alınması...
Yani artık repertuar kurulunun üstünde bir de bakanlık mı var?
Evet. Şimdi orada aslında bir çeşit sansür ve servis kuruluşudur Devlet tiyatroları'nın Edebi Heyeti. Şehir Tiyatroları'nın Edebi Heyeti de öyledir. Bir kere önce şunu söylemem lazım; Bu kurullar hiçbir gereği olmayan, hem sansürü kolaylaştırmak hem de bazı çevrelere servis yapabilmek için ortaya çıkarılmış kurullardır.
Devlet Tiyatroları'nda Edebi Heyet, oraya gelen yüzbinlerce oyunu, evet bu oynanabilir bu oynanamaz, buna değmiş buna değmemiş, bu sakıncalı bu sakıncasız şeklinde değerlendirir, onlar bir havuza alınır. O havuzda binlerce belki on binlerce piyes vardır. Sonra oynanma sırasına gelindiği zaman, yani bir sezonun repertuarını yaparken kural olarak bunun genel sanat yönetmeninin arkadaşlarına danışarak yahut danışmadan belirlemesi gerekir.
Ama işte o aşırı merkeziyetçi yapı hep burada Genel Müdürlüğe bir şey tanımıştır; Aman Recep Abi'nin bir oyununu oynayın, aman ha Refik Abi'nin az oyunu var onun bir oyununu daha oynamanız lazım şeklinde bir takım müdahalelere yol açar.
Zaten artık her bir sanat yönetmeninin Adana'daki, Erzurum'daki, Diyarbakır'daki sanat yönetmeninin bağımsız biçimde kendi repertuarını bu havuzun içinden oluşturmaları usulü kalktı diyebilirim.
Bir koordinasyon toplantıları geleneği vardı o da ortadan kalktı, 4 yıldır falan yapılmıyor. Dolayısıyla biz şöyle varsayabiliriz; Sanat Yönetmeni "Hocam ben bunları bunları bunları oynamak istiyorum, ne dersiniz" telefonu açıp Genel Müdür'e. Genel Müdür de "Tamam işte oraya Hüseyin'in bir oyununu eklesen iyi olur o bizi çok destekledi, çok iyi ilişkimiz var" falan gibi.
Sonra Devlet Tiyatroları'nın bütünü için bir repertuar oluşur, bütün iller için. Burada yer alan piyeslerin Bakanlığa gönderilerek uygun mudur, değil midir diye danışıldığı bilgisine sahibiz biz. Somut belge ortaya koyamam ama bunun böyle olduğunu biliyoruz. Gerçi şu hayut bu biçimde bu denetimlerden geçmiş sahnaye çıkmış bir piyesin de biraz zülfiyare dokunduğu zaman bir rica ile derhal bir bahane bulunarak repertuardan kaldırıldığına, oynanmaz olduğuna da çok tanık olduk.
MUHALİF OYUNCULAR SÜRÜLÜYOR MU?
Son dönemde bir dedikodu var; muhalif oyuncuların İstanbul dışındaki sahnelere sürüldüğüne dair.
Şöyle; öyle bir işleme yol açacak bir genelge çıkarmışlar. Daha doğrusu yönetim kurulundan bir karar çıkarmışlar. Bunun henüz uygulanmış olduğunu sanmıyorum. Henüz bir örneği yok.
Yani rotasyon mu var artık...
Hayır, bu kurallı bir şey değil. Buradan anlaşılması gereken şudur; hoşlanmadığına bulunduğu bölgede görev vermeyerek 'öbür tarafta ihtiyaç var' şeklinde bir görevlendirme yapma ihtimalini, şansını yönetime açan bir şey. Ama burada kural nedir, ölçü nedir, ölçek nedir hiçbir şekilde belli değil.
Dolayısıyla kötüye kullanıma açıktır. Muhalif görüşleri ve davranışları iteleyip kakalamak için "uygun bir yöntemdir" yönetimin elinde. Demokles’in Kılıcı gibi orada asılı durur. Aslına bakarsak, tamam bölgelerin dar sayıda sanatçıyla idare etmek zorunda kaldıkları, çok zorlandıkları bir realite. Fakat oraya yeni kadrolar atamayan yönetime ne diyeceğiz?
Niye Devlet Tiyatroları giderek kendini bitiren kurum olsun isteniyor? Nedir dert? Anladığım kadarıyla yeni kimse almayacaklar, emekliliği gelenleri mecburen emekli edecekler, kurumda oyuncu kalmayacak filan filan...
Evet.
Belki de 10 yıl sonra Devlet Tiyatroları diye bir kurum kalmayacak benim anladığım.
Evet. Bunu zaten şu sıralar biraz buzdolabına kaldırılmış gibi görünen TÜSAK tasarısıyla açıkça ifade etti bakanlık, iktidar. Başbakan'ın konuşmalarında buna benzer şeylere defalarca tanık olduk. Yani bu kurumların ilga edileceği, ortadan kaldırılacağı, o proje bütün bu alanları özel sektörün kar hırsına teslim etmeyi öngörüyordu. Niyetin hala devam ettiğini varsaymamamız için bir neden yok.
Genelden baktığımız zaman AKP iktidarının kültür ve sanat alanlarına toptan bir savaş açmış olduğunu görüyoruz. Her cephede; plastik sanatlarda, tiyatroda, müzik alanında, operasında, dansta, balede ve benzeri. Buralarda hem yasal cepheden, hem fiziki imkanlar bakımından hem de marifet iltifata tabidir derler ya iltifattan geçtim boyuna hakaretle karşılanmasından bunun bir top yekün bir savaş olduğunu görmek çok zor değil diye düşünüyorum.
AKM KONUSUNDA KİM NE HATA YAPTI?
Yani bizim 10 sene sonra hayatımızda ödenekli tiyatro diye birşey kalmayacak. Yani hiçbir zaman yeni yetişen nesil Hamlet seyredemeyecek Carmina Burana dinleyemeyecek, Kuğu Gölü görmeyecek öyle mi? Öyle bir nesil mi geliyor bizim arkamızdan?
Şuradan ölçümleyelim mi? Birkaç gün önce yanan Erzurum Devlet Tiyatrosu'ndan bir durum. Erzurum Devlet tiyatrosu valilikle işbirliği içinde bir tarihte galiba 2012. Erzurum'un ilçelerine bir çocuk oyununu turneye göndermiş; Bremen Mızıkacıları... Hınıs, Horasan, Pesinler işte 17 tane ilçede bu oyun oynanmış. 10 bini aşkın çocuk izlemiş. Bunların yüzde 92'si ömründe ilk defa tiyatro izlemiş. Bu Devlet Tiyatroları'nın uydurması falan da değil. Valiliğin görevlendirdiği imzalı olarak teslim ettiği seyirci belgelerinden ortaya çıkan sonuç.
Şimdi Erzurum'un ilçelerinde 10 bin çocuğa, geriye kalan yüzde 8 de daha önce tiyatro izlemiş ama yine Erzurum Devlet Tiyatrosu'nun çocuk oyununu izlemiş, bu ikincisi oluyormuş. Şimdi bu 10 bin çocuğu sektörün kar hırsına emanet ve teslim etmek tabi çok hunharca bir şey. Hunharca demekten başka bir söz bulamıyorum. Bir başka hunharlık örneğini alalım.
İstanbul Atatürk Kültür Merkezi, son temsil 2008'de. Demek ki 8 sezon boş geçmiş... Hesabını yaptım oradaki sahnelerin koltuk sayısını ve temsil yapılan günlerin çarpımını, bu sezonu da katarak hesap ettiğimde 4 küsür milyon koltuk, sanat izleme imkanından mahrum edilmiş 4 küsür milyon insan.
4 küsür milyon dediğiniz zaman İzmir'in nüfusundan söz ediyoruz. Bu örnekleri arka arkaya koyup duruma baktığım zaman acımasız bir savaş açılmış olduğunu görüyorum.
Peki AKM ile ilgili dert nedir? Hükümetin söylediği "ben bunu yıkacağım, buraya daha şahanesini yapacağım". Bu kötü bir şey mi?
Şimdi uzun ve derin bir tartışma. Ben Gezi Parkı'na Osmanlı Kışlası'nı yapacağım deme hakkına sahip midir bir yönetim? Bir yönetim bir heykeltraşın insanlık anıtına ucube diyebilme hakkına ve liyakatine sahip midir? Bu çok tartışılır bir şey. Biz sahip olmadığını düşünüyoruz.
Burada genel eğilim şu; o cumhuriyet mimarisinin tipik örneklerinden bir tanesidir. Onun kültürel tarihi bir değeri vardır. Bunu yıkalım yenisini yapalım demek "ben kıldım oldu"dan farksızdır. Dolayısıyla karşı çıkılabilir bir durumdur. Karşı çıkmanın karşısında da orayı atıl etmek, yok etmek, iskelete çevirmek, karakol yapmak , çürümesine yol açmak hiç akıllıca bir iş değil.
Biraz üzülerek de olsa şunu söylemeliyim; ödenekli kurumlarımızın sanatçıları da cumhuriyetin sanat kurumlarını tehdit eden bu saldırı karşısında çok dik duramadılar, çok akıllı da duramadılar. Genellikle bir duygusal direnç, bazen de bir feveran şeklinde oldu.
Ama bir biçimde ben işimi yaparım, gerisiyle ilgilenmem, siyaset beni çok da ilgilendirmez yanılgısı burada bir fanus gibi sanatçılarımızın üzerine çöktü. Demek ki sanatçılarımız genel olarak konuşuyorum, ayrıksı durumlar kuralı bozmaz, her şeyin siyasetle olduğunun henüz tam bilincine varamamışlar. 'Siyasetle ilgilenmiyorum, ben sanatımı yapıyorum' demek bile sonuçta belli bir siyasetin hizmetinde olmak anlamına gelir. Bunu muhtemelen yeterince özümseyemedik, sindiremedik, bu gerçeği anlayamadık gibime geliyor.
BEN DE ONLARA NOT VERECEĞİM!
Bir değer eleştiri de, çok popülist bir eleştiri ama bu bankamatik sanatçıları meselesi. Mesela benim çevremdeki bazı insanlar 'niye ben oynamayan sanatçının maaşını ödüyorum. Ben gidiyorum çalışıyorum, o da gidip çalışsın' diyorlar. Geçende İstanbul Devlet Tiyatrosu'nun bir açıklaması vardı: Meral Oğuz'a 5 senedir ulaşılamıyormuş. Devletin tarafından geçip baktığımızda bu da çok normal bir şey değil.
Normal değil ama bu eksiklikleri yahut yanlışlıkları onarmak öncelikle yönetimlere düşer. Doğal ki biri çalışıp öteki bakmasın, testiyi kıranla suyu getiren bir tutulmasın. Bunun için önlemler almak yönetime düşen bir görevdir. Fetret devri diyorum ya, öyle bir hale geldi ki kimsenin kimseye söyleyecek bir lafı yok. Şimdi söyleyen İstanbul Devlet Tiyatrosu'nun müdürü meslektaşlarına şu kadar yıl sahneye çıkmadılar derken, sahneye çıkmak diye bir laf ediyor, ama kendisi 24 yıldır sahneye çıkmış birisi değil! Devlet Tiyatroları'nın İstanbul'da 180 tane sanatçısı var diyor, halbuki 140 tane. Bundan haberdar değil! Yani öyle bir gündelikçi pozisyon alma, gündelik çalım atma hevesine ve telaşına düşülmüş ki, sorunların çözümü etrafında sağlıklı bir iletişim bir çalışma yürütmek mümkün değil.
Bir de artık not veriyorlarmış... Seyrediyormuş oyunu, oyuncu bilmem kim kötü oynadı pat onu değiştirip yerine yenisi geliyormuş. Onu atıyormuş oyundan.
(Gülüyor) Tamam ben de onlara not vereceğim. Not verenlere ben de not vereceğim. Çivisi çıktı derler ya tabutun çivisi çıkmış, kapağı kaymış, kefen sıyrılmış, ölünün ayağı görünüyor, tırnakları da uzamış.
Biz bütün bu duruma hükümetin “sanat ve kültür politikasının” olmayışından dolayı mı geliyoruz hocam?
Evet. Tam anlamıyla bu sözün altına imza atarım. Türkiye zaten yarım yüzyıldır sağ politikalarla yönetildiği için her konuda yokuş aşağı inmekte. Ve freni boşalmış olan o kamyon giderek hızlanmakta yokuş aşağı. Evet bizim derdimiz sağ politikalardır. Türk halkı sol duyusunu geliştiremedi. Hep sağ duyu.
Acaba sağ görüşlü oyun yazarlarının da olması, sağ görüşlü oyunların oynanması gibi şeyler olsaydı hayatımızda bugün bu duruma gelmez miydik diye düşünüyorum bazen.
Şüphesiz bizim sanat alanındaki görevimiz sanat alanındaki duvarları yıkmaktır. Duvarların ne taraftan örüldüğüne bakmaksızın. Necip Fazıl oynandığı zaman Nazım Hikmet'in de oynanması bir gerekliliktir. Ya da Nazım Hikmet oynandığı zaman Necip Fazıl'ın cumhuriyet düşmanlığı yapmayan oyunlarını oynayabilirsiniz. Bunun önünde de bir engel yoktur. Hani benim genel müdürlük dönemimde uyguladığım prensibim budur. Başkalarına da söylediğim şudur; Orada sağdan bir şey duruyorsa vicdanımızı rahat tutabilmek için soldan da karşısında bir eşdeğerinin durması lazım repertuarda diye. Gerçi sağda da ne kadar tiyatro var tartışılır. Sağdan sayın Necip Fazıl, soldan say Necip Fazıl... Alman Anayasası 'bilim ve sanat özgürdür' diyor, noktayı koyuyor.
Ama bizde de 'bilim ve sanat özgürdür' deniliyor Anayasa'da...
Bizim o şeyi yakalayabilmemiz için galiba arkasına eklememiz lazım; bilim ve sanat özgürdür, kurumları özerktir... Ama özerklik kavramından bu kadar korkan bir toplum yine o sağ politikaların ve genel cahil bırakma eğiliminin bir sonucu. Öyle değil mi?
Mesela Devlet Tiyatroları kapanınca nasıl bir projeksiyonunuz var? Yani orası da özelleşti, artık hayatımızda ödenekli tiyatro yok. Şehir Tiyatroları kendi kendine giderek kapandı. Ne bekliyor bizi?
Ben o arada siyasi bakımdan kitlelerin çölleştirilmesi, kar fırtınasında yalnız bırakılması gibi bir tercihin olduğunu düşünüyorum. Yani ümmetleştirme, yani biat anlayışını yerleştirme, kökleştirme, giderek dinci faşizmin ortadoğu bataklığına bulaşmış, kan ve barut dolu bir toplum haline getirmek gibi bir en azından aymazlığın içinde olduklarını düşünüyorum. Ama bunun hedeflendiği fikri daha ağır basıyor kafamda. Pasinler'deki ve Horasan'daki çocukları çölde bırakmaktır, tipinin ortasında yalnız bırakmaktır devletin sanat kurumlarını yok etmek.
Biz hep yaşadığımız yeri mesela Ankara, İstanbul, İzmir diye bakıyoruz ya Devlet Tiyatrosu’na. Oysa Malatya'da da Erzurum'da da, Elazığ'da da, Trabzon'da da Van’da da var.
Bir hikaye vardır. İsmet Paşa bir yerde geziyormuş. Yakında bir Köy Enstitüsü var. Bir kız çocuğu yanında heybesi var, bir yerden bir yere gidiyor. Durmuşlar, konuşmuşlar. "Heybende ne var" diye sormuş. "İşte azığım var" demiş. Başka ne var diye sormuş, "Antigone var" demiş.
Bir ara ben merak ettim. Kapatılan Köy Enstitüleri Türkiye'nin rönesansında reformunda büyük bir hamleydi. Yok edildi, yine sağ güçler sağ zihniyet tarafından. Türkiyle haritası üzerinde Köy Enstitüleri'ni işaretledim. Sonra da aynı harita üzerinde devlet tiyatrolarını işaretledim. O kadar neredeyse birbirine denk düşüyor ki, tabi Köy Enstitüleri sayıca daha fazla ama böyle bir yurdun bir vatanın üzerinde dağılmış olan o ışık ocakları, o bilgi ocakları, o ufuk genişleten o ocaklar. Onu yok ettikleri gibi şimdi o örgütlenmeyi de yok etmeyi, 'aman canım devletin parası boşa gidiyor' falanlarla açıklayabilmek mümkün değil. "Bunlar memur oluyorlar, memurdan sanatçı mı var?" bununla açıklamak mümkün değil.
TELEVİZYON KÖTÜ DEĞİL; YAPILANLAR KÖTÜ
Sizin durduğunuz yerden televizyon nasıl gözüküyor?
İki şey söylemem lazım orada. Bir; biz ikide bir dirseğimizi masaya koyup alnımızı kaşıyarak 'toplum nasıl bu hale geldi' diye hayıflanıyoruz ya, bu toplumun bu hale gelişi televizyonun, Dallas'ın köydeki tek odalı eve girmesiyle başlar.
Bu toplumun Ceyarlar'ın yaşadığı gibi bir hayatın varlığını bütün o dümenleri, bütün o ikiyüzlü ahlakı, bütün o küçük burjuvanın yükselme ihtiyacının doğurduğu iki yüzlü ahlakı diyeceğim yine Dallas'la tanıştı, oradan başladı.
Oradan herkes kendine göre bir şey kaptı. Devamının da popüler kültür alanında globalizm vesaire ile sinemalarımızın yok olup Amerikan usulü yarım düzine küçük sinema şekline dönüşmesi, film dağıtım sistemi ile böyle bir bir şeye doğru savruldu bu toplum. Bir ara globalizm globalleşme hevesi ve telaşı içinde kültür emperyalizmi denilen lafı unutur olduk.
Unuttuk, sözlükten çıkardık, artık yok öyle bir şey kalmadı. Kültür emperyalizmi neymiş, dünya artık global bir şeymiş. Ama kültürel sanatsal alanda bir globalleşme değil de teknolojik imrenme ve pop kültürün aşılanması insanların zihnini dünyasını kaplaması şeklinde sonuç verdi bu.
Oradan bakınca devlet tiyatroları devlet operası, devlet balesi, orkestralar, korolar direnme, benliğini bir nebze olsun koruyabilme noktaları yahut karakollarıydı.
Biz çok kötü bir iş yapıyoruz yani, onu söylüyorsunuz...
Yok... Nasıl diyebiliriz ki televizyon kötüdür? Ama kötüye ihtimali çok açıktır, her alanın öyledir. Tiyatronun da kötüye kullanılma ihtimali açıktır. En basitinden kötü tiyatro yaptınız mı tiyatroyu kötüye kullanmışsınızdır, bitti. İnsanların hevesini, iştahını kaçırırsınız. İşte kötüye kullanmışsınızdır. Niyetim, televizyonu televizyonculuğu, diziyi, sinemayı kategorik olarak kötülemek değil. Ama kuvvetli bir silahın bir türlü toplumun yararına doğru çevrilemeyişi, oraya doğru evrilemeyişi sorunumuz. Bugün Türk televizyonlarının bir iki haber formatlı televizyonların dışında Türk televizyonlarının tuttuğu şey, sanattır diyemeyeceğim diziler, evlilik programları, yarışma programları ve benzeri şeylere doğru yığıldı. İşten oradan makarnanın sosusu beyaz gömleğine sıçrıyor insanın.
Seyreder misiniz dizi falan? Bakıyor musunuz hiç?
Yok hayır...
Hiiççç...
Hiç demeyeyim çok seyretmem. Arada bir merak ettiğim olursa arada bir meslektaşımın oynadığı bir dizi, arada ben de oynuyorum, kendi oynadığım dizinin kendi oynadığım bölümlerini kaçırmam, itiraf edeyim. Ama dizi meraklısı değilim. Çünkü üç aşağı beş yukarı hepsinde aynı şeylerin olduğunu gördüm bir süre sonra.
Efsane bir yönetmen olarak şöyle birşey oluyor mu? Yav şu adamı çıkartsam tiyatro sahnesine ben bundan ne biçim bir oyun sağarım dediğiniz oyuncular var mı? Yoksa televizyonda yapılan şey aslında oyunculuk değil mi?
Televizyon dizilerinde iyi oyuncular var. Evet falanca rolü çok iyi oynayabilir dediğim olmuştur. Ama o zaten oyuncudur. Yani bir oyunculuk eğitimi vardır zaten. Tersini bilmiyorum pek rastlamadım.
Çok popüler olan oyunculardan "Ben bunu bir sahneye çıkartsam öyle bir hamlet oynatırım ki" dediğiniz yok mu? Popüler olmakla iyi oyuncu olmak doğru orantılı bir şey değil galiba?
Değil. Dediğim gibi öylesi olmuştur önerdiğim de olmuştur, gerçekleşmedi gerçi. Ama o zaten oyunculuktan gelme yani okulunda okumuş, tiyatro okumuş, oyunculuk eğitimi görmüş sonra televizyonda büyük başarılara imza atmış çok büyük şöhret olmuş. Bazen özlerler de onlar tiyatroyu.
Artık özlemiyorlardır...
Yani arada sırada özlerler ama imkanları buluşturmak da zor oluyor.
ÖZEL TİYATROLAR NEDEN AYAKTA KALAMIYOR?
Özel tiyatrolar artık neden yaşayamıyor? Açılıyor, kapanıyor, açılıyor, kapanıyor. Ben eskiden İstanbul tiyatro'nun önünde kuyruğa girdiğimi bilirim. Şimdi öyle şeyler yok. 15 seyirciden biri sizsiniz mesela...
Sanıyorum bir kere kira baskısı altında, yani sürekli ensende kira sorununu yaşayarak mantıklı bir tiyatro kurgusu çok zor. Buna azaltılacağı yerde, artırılan vergiler falan ekleniyor. Tabiki kurumların doğru bir politika olarak bilet fiyatlarını ucuz tutmaları da özel tiyatroların göğüs göğüse çarpışmaları gereken bir sorun. Dolayısıyla ekonomik yapı açısından bir kere zor. ha bir de belki şunu eklemek lazım; üç beş kişi bir araya geliyorlar bir enerji oluşturuyorlar bir tiyatro yürümeye başlıyor. Emeklemeyi geçip yürümeye başladıkları zaman sık sık hemen birkaç kişi biz de ayrılıp kendi tiyatromuzu kuralım, biz de yapalım gibi bir zehaba kapılıyorlar. Oradaki bölünme de muhtemelen herkes birbirine rakip, herkes kendi kendisiyle savaşıyor gibi bir sonuç çıkarıyor ortaya.
Bütün bunları ekonomik şeye getirip dayamak bana çok da doğru gelmiyor. Şöyle bir fikrim var. Tiyatro dünyasının, toplumun gittiği yönü çok da iyi tahlil edemediğini düşünüyorum. Çünkü toplum kendi ilgisini çeken her şeye gider. Demek ki orda öyle garip bir şey var. Toplum başka bir yere gidiyor ama tiyatrocular bir yerde durmakta ısrar ediyorlar gibi geliyor bana.
Muhtemelen doğru bir gözlem.
NOKTA / Armağan Çağlayan