♪
Kültür bakanlığı sınavında. Ankara thm koro şefi kızını aldı. Urfa korusu şefi kayın biraderini aldı. İstanbul korosu şefi oğlu ve yeğenini aldı. ilginizi çekerse detay verebilirim
ttnet arena - 09.07.2024
♪
Cumhuriyetimizin kurucusu ulu önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarını saygı ve minnetle anarken, ülkemiz Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 100. yılını en coşkun ifadelerle kutluyoruz.
Mavi Nota - 28.10.2023
♪
Anadolu Güzel Sanatlar Liseleri Müzik Bölümlerinin Eğitim Programları Sorunları
Gülşah Sargın Kaptaş - 28.10.2023
♪
GEÇMİŞ OLSUN TÜRKİYE!
Mavi Nota - 07.02.2023
♪
30 yıl sonra karşılaşmak çok güzel Kurtuluş, teveccüh etmişsin çok teşekkür ederim. Nerelerdesin? Bilgi verirsen sevinirim, selamlar, sevgiler.
M.Semih Baylan - 08.01.2023
♪
Değerli Müfit hocama en içten sevgi saygılarımı iletin lütfen .Üniversite yıllarımda özel radyo yayıncılığı yaptım.1994 yılında derginin bu daldaki ödülüne layık görülmüştüm evde yıllar sonra plaketi buldum hadi bir internetten arayayım dediğimde ikinci büyük şoku yaşadım 1994 de verdiği ödülü değerli hocam arşivinde fotoğraf larımız ile yayınlamaya devam ediyor.ne büyük bir emek emeği geçen herkese en derin saygılarımı sunarım.Ne olur hocamın ellerinden benim için öpün.
Kurtuluş Çelebi - 07.01.2023
♪
18. yılımız kutlu olsun
Mavi Nota - 24.11.2022
♪
Biliyorum Cüneyt bey, yazımda da böyle bir şey demedim zaten.
editör - 20.11.2022
♪
sayın müfit bey bilgilerinizi kontrol edi 6440 sayılı cso kurulrş kanununda 4 b diye bir tanım yoktur
CÜNEYT BALKIZ - 15.11.2022
♪
Sayın Cüneyt Balkız, yazımda öncelikle bütün 4B’li sanatçıların kadroya alınmaları hususunu önemle belirtirken, bundan sonra orkestraları 6940 sayılı CSO kanunu kapsamında, DOB ve DT’de kendi kuruluş yasasına, diğer toplulukların da kendi yönetmeliklerine göre alımların gerçekleştirilmesi konusuna da önemle dikkat çektim!
editör - 13.11.2022
♪
Nazım hocayı kaybettik. Ona bölüm başkanlığı yaparken nota basmasını bilmeyenler kına yaksınlar şimdi bir yerlerine. Oysa neler yapmak için gelmiştin Trabzon'a o müthiş birikiminle Nazım Hocam, ama ülkemin, coğrafyamın, kentimin değer, kıymet bilmez hoyrat, vefasız yaşam tarzı seni çok üzdü biliyorum :(( Ama n'apalım Nazım hocam biz böyleyiz işte :((
editör - 11.06.2011
♪
. Demokrasi Diye Diye (19) : ...... Bu sütunda ilk kez böyle bir ricada bulunacağım: Sevgili Arkadaşlar, çok önemli saydığım aşağıdaki konuyu hepimizin önce kendi zihninde sorgulayıp, sonra farklı ortamlarda tartışmaya açmasını öneriyorum: "DEMOKRAT KİME DENİR?" - İki soruyla bunu biraz açıp, ardından kendi kapsamlı tanımımı aktaracağım: 1) Birisine "demokrat" diyebilmek için, o insanın hangi kişilik özelliklerine sahip olması gerekir? 2) Kendisi "demokrat" kişilikte olmayan bir insanın, demokrasiyi geliştirecek adımlar atmasını bekleyebilir misiniz? - Şimdi, "demokrat kişilik" konusuna benim bakışım (lütfen okurken bu özelliklerin Tayyip Erdoğan'da ve yakın çalışma arkadaşlarında bulunup bulunmadığını da kendinize sorunuz) : * Demokrat bir kişi, öncelikle insanları özgür ve eşit bireyler olarak kabul eder. Başka bir deyişle; "İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nin" çerçevesini çizdiği temel hak ve özgürlükleri "içtenlikle" benimser. * İlk maddenin doğal bir sonucu olarak, demokrat kişi olaylara "her şeyin en doğrusunu ben bilirim" havasında yaklaşmaz. Başka insanların görüşlerini de önemser ve o görüşleri dikkate alır. * Kendisi katılmasa, hatta çok aykırı bulsa da, karşı görüşlerin savunulması hakkını titizlikle korur. Kısıtlamak, sindirmek, susturmak şöyle dursun; karşı görüş hakkını işler kılmak için bizzat uğraş verir. * Karşı görüşe tahamüllü her insandan bekleneceği üzere; dayatmacı, buyurgan, öfkeli ve zorba tavırlardan uzak durur. Ilımlı, sevecen ve hoşgörülü bir yaklaşımı benimser. * Bir oylama veya seçim sonucunda ortaya çıkan çoğunluğun, azınlığın temel hak ve özgürlüklerini kısıtlamasına karşı durur, bu tür eğilimleri olanlara da engel olur. * Bireylerin gönüllülüğü temeline dayansa bile, bir insanın kendi özgür iradesini bir başkasının emir, talimat veya telkinine bağımlı hâle getirmesini ve bunu dayatan toplumsal yapılanmaları onaylamaz. "Özgür iradeyi" ortadan kaldıran her türlü sosyal, dinsel veya çıkara dayalı hiyerarşik örgütlenme modellerinin, demokrasi ile asla bağdaşmayacağını bilir. * Yönetsel konularda; tek seçici, tek belirleyici, tek kural koyucu rolüne soyunmaz. Yönetilenlerin haklarını ve tercihlerini önemser, onları can kulağıyla dinler. * Toplumun esenliği için belirlenmiş ortak kurallara uymaktan gocunmaz. "Beni sınırlandıran bir kural nasıl olabilir ki?" duygusuyla hareket etmez. * Hesap vermeye açık olur. "Herkes bana güvenmek zorundadır" gibi veya "kim bana hesap sorabilirmiş ki?" gibi bir anlayışın esiri olmaz. * Yalnızca karşı görüşlere değil, kişisel eleştirilere de açık olur ve eleştirilerden yararlanmaya çalışır. * Ortada çok somut ve kesin kanıtlar olmadıkça; "insanlar bana tuzak kuruyor, beni safdışı etmeye çalışıyor" gibi, evham derecesinde kuşkulara kapılmaz. Ancak diktatörlüklerde görülen hafiyelik ve ispiyonlama faaliyetlerine girişmez, bunlardan medet ummaz. * Yönetimindeki insanların silik, kişiliksiz, itaat eden, sorgulamayan, hesap sormayan bireyler olması için değil; bunların tam tersi özelliklere sahip olması için çaba harcar. Onların özgür ve onurlu bireyler olmasından mutluluk duyar. - Başlangıçtaki sorulardan birini burada yineleyerek bitirmek istiyorum: Kendisi "demokrat" kişilikte olmayan bir insanın, demokrasiyi geliştirecek adımlar atmasını bekleyebilir misiniz?
Kemal Gelence - 11.06.2011
♪
. Demokrasi Diye Diye (18) : ...... Şimdi sizlere bazı bulmaca soruları yöneltmek istiyorum: 1) 1989 yerel seçimlerinde Refah Partisi'nin belediye başkan adayı iken, seçimi kaybedip İlçe Seçim Kurulu'nu basan ve kurul başkanı hakime hakaretten hapse mahkum olan, halen devlet yönetiminde önemli bir konuma sahip siyasetçimiz kimdir? 2) Siirt'te yaptığı bir konuşmada "Halkı sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa tahrik etmek" suçundan yargılanıp mahkum olmuş siyasetçimiz kimdir? 3) "Öfke de bir hitabet sanatıdır" veciz(!) sözünün sahibi siyasetçimiz kimdir? 4) Alman Bild gazetesinin, kendisinin oradaki toplantılarını izledikten sonra "Nefret Vaizi" sıfatını uygun gördüğü siyasetçimiz kimdir? 5) Gittiği her yerde, girdiği her ortamda konuşmalarını öfke ve hınç duygularıyla şekillendiren; kişilere, kurumlara, hatta yerine göre toplumun bazı kesimlerine çatmayı, onları azarlamayı alışkanlık haline getirmiş siyasetçimiz kimdir? 6) Kendi söylem ve eylemlerine bakmadan, başkalarının üslubundan ve ortamı gerdiğinden en çok yakınan siyasetçimiz kimdir?
Kemal Gelence - 11.06.2011
♪
Haklısınız. Öyle çok karmaşık çözümlemelere de gerek yok; bir "ıslıklı protesto"ya bile tahammül edemeyen, salon ve meydan toplantılarında en ufak bir "aykırı" ses çıkaranı karga tulumba göz altına aldırıp, darp edilmesine göz yuman kişi ve kadroların gönlünde yatan rejimi anlamak hiç zor değil.
Kemal Gelence - 11.06.2011
♪
Kemal Bey bunlar yeterli sayıyla gelirse ''dünya lideri ErdoGan führerimiz olacak..başkalık sistemi ile buralarda rahat rahat yorum yazamayacağımız günler geliyor gibi maalesef
mustafa yüksel - 11.06.2011
♪
. Demokrasi Diye Diye (17) : ...... ORADA KİMSE VAR MIIIII?.. BAŞBAKAN'IN ÇEVRESİNDE DEMOKRASİNİN HİÇ DEĞİLSE "D" SİNİ KAVRAYABİLMİŞ KİMSE VAR MIIII?.. Site sakinlerinden çok özür diliyorum, belki sesimi duyurabilirim diye bağırmak zorunda kaldım. Hani dedim ki; kendisine değil ama, çevresinde demokrasiyi biraz kavrayabilmiş birisine sesimi duyurabilirsem, belki o da ona aktarabilir. Gülüyorsunuz değil mi? Haklısınız, bazen böyle budalaca şeyler yaptığım oluyor. Oysa, Erdoğan'ın yakın çevresinde ancak ona koşulsuz "biat" edenlerin yer bulabildiğini, onların da kendisini sinirlendirecek eleştirileri aktarmaktan çekindiklerini düşünebilmem gerekirdi. Neyse, ben diyeceğimi diyeyim, belki rüzgâr alır o tarafa götürür... Efendim, şu sözlerin üzerinden birkaç ay geçti. Ama gününde yazamadım diye es geçemeyeceğim kadar önemliydiler, bugüne kısmetmiş: "Ben yargıya karışmam, yargı da bana karışmasın" - Sözün neresinden tutacağımı bilemiyorum. Demokrasiler, özellikle yargının yürütmeyi denetleyebildiği, yani "karışabildiği" rejimlerdir. "Yargı bana karışmasın" demek, "benim gönlümde padişahlık veya krallık yatıyor" demekle eş değerdir. Göstermelik de olsa bir demokrasinin bulunduğu ülkenin başbakanı, bu tür bir sözü böylesine rahatlıkla nasıl sarf edebiliyor, işin içinden çıkamıyorum. İşte onun benzeri bir başka söz daha: "Hükümetimiz aleyhine kampanya yürütüyorlar" - Bütün "gerçek" demokrasilerde; her isteyen kişi, örgüt, topluluk, hükümet aleyhine kampanya yürütme hakkına sahiptir. İnsanlar, hükümetin beğenmedikleri icraatlarını bu yolla geniş kesimlere duyurmaya hatta engellemeye çalışırlar. Bunun tersi, ancak diktatörlüklerde olur. - Bu vesileyle şunu vurgulamak isterim: Bir toplumda otoriterliğe doğru bir kayma varsa, önce zihinler tutsak edilir. En doğal hak ve özgürlüklerin kullanılması yavaş yavaş ve zehirleyici biçimde "suç" niteliği kazanmaya başlar. Kişiler zamanla ya korkudan, ya da beyin yıkama sonucu içselleştirdiklerinden, bu hak ve özgürlüklerinden feragat etme yoluna giderler. İşte bu, bir toplum için en tehlikeli süreçlerden biridir. Bakın bir avukat, yani bir hukuk insanı, nasıl içselleştirmeye başlamış (nezarethanede tutulan müvekkili hakkında gazetecilere bilgi veriyor) : "Hava soğuk, içerisi zaman zaman çok soğuk olabiliyor. Soğuktan şikayet geldi. Bir nezarethane ne kadar konforlu olabilir ki?" - Birincisi; kişinin vücut ısısını, dolayısıyla sağlığını koruyabilmesi en temel insan hakkıdır, "konfor" değil. İkincisi; nezarethaneler Emniyet'in kendi görev binalarında bulunur ve zaten kendi personelinin sağlığı açısından kışın ısıtılır. Aynı binada polislerin odaları ısıtılırken, şüphelilerin odaları soğuk bırakılıyorsa, bunda kasıt vardır ve insan hakkı ihlalidir. Bir avukata düşen de, bu durumu "normalleştirmek" değildir. - Gördünüz mü; siyasetçisiyle, hukukçusuyla, sıradan insanıyla nerelere doğru sürükleniyoruz...
Kemal Gelence - 11.06.2011
♪
. Demokrasi Diye Diye (16) : ...... FLAŞ..FLAŞ..FLAŞ.. Tayyip Erdoğan'ın siyasi rakipleriyle bir araya gelip, bir TV kanalında tartışmaktan aslında neden kaçındığını açıklıyorum. Önce bir şeyi vurgulayalım: İktidara aday olan parti başkanlarının televizyonda tartışmaları demokratik ülkelerde artık yerleşmiş olan bir gelenek ve bunun da ötesinde, bir gerekliliktir. Çünkü, tek yanlı propagandalar çoğu zaman gerçeklerin berraklaşmasına hizmet etmez. Kitleler, günümüzün karmaşıklaşmış sorunları hakkında tarafların tezlerini ve birbirlerine getirdikleri eleştirileri dinleyerek, bir görüş ve tercih oluşturma durumundadır. Nitekim daha önce bizde de bu tür TV programları gerçekleştiriliyordu. Ama Tayyip Erdoğan artık buna yanaşmıyor. Eğer yeni bir bahane ortaya koymadıysa, bir ara muhalefetin üslubundaki bozukluğu gerekçe gösteriyordu. Bunu ileri sürmesi, neresinden baksanız komik duruyor. Birincisi, kendisi bugüne kadar tanık olunan "üslubu en bozuk" siyasetçi. Kullandığı hakaret, azarlama ve aşağılama sözlerinin haddi hesabı yok. Diğerlerinin hepsini bir yana bıraktım; daha 10 gün önce sarf ettiği şu söze bakar mısınız: (Kemal Kılıçdaroğlu'nu hedef alarak) "Ama ben onun kadar edepsiz, alçak, ahlaksız değilim" - İkincisi, "velev ki" muhalefetin üslubu bozuk bile olsa; sen ekranda efendiliğini sergilersin, izleyiciler de üslubu çirkin olan siyasetçiye kötü puan verir; yine kazançlı çıkarsın. - Asıl gerekçesi hakkında kendi görüşümü açıklamaya geçmeden önce, yine komik olan bir başka şeyi aktarmalıyım... Tartışmadan yan çizebilmek için şöyle bir cümle de kullanmıştı: "Sen çok hevesliysen televizyona çık, ben halkımın karşısına çıkıyorum" - Acaba Erdoğan TV'ye çıkınca kendisini halkın değil de, börtü-böceğin mi izleyeceğini düşünüyor? Ya da sadece kameramanların, teknik ekibin falan... Hem yandaş kanallarda "tek başına" ve çanak sorularla TV programına çıkan birisinin böylesi sözler sarf etmesi ne kadar inandırıcı olabilir ki? Şimdi sadede gelelim... İşin aslı şu: 1) Siyasi donanımına, fikir dünyasına ve 8 yıllık iktidar dönemlerinin "ak-pak" oluşuna güvenemediği için, öyle bir tartışmadan zararlı çıkacağı endişesi taşıyor. 2) Zaten baskıcı yöntemlerle basın-yayın organlarının çoğunu kendi güdümüne sokmuşken, yani "tek yanlı propaganda" şansını en üst düzeyde kullanma olanağına sahipken, rakiplerini bu pastaya ortak etmeyi de mantıksız buluyor. - Durum budur, gerisi bahanelerden ibarettir efendim!..
Kemal Gelence - 10.06.2011
♪
Çook haklısınız Mustafa Bey, aynen dediğiniz gibi "rütük". RTÜK olsa bunu yapmaz çünkü :)
editör - 10.06.2011
♪
Mustafa Bey, hem Ulusal Kanal'a yapılan haksızlık konusunda, hem de Cumhuriyet Güçbirliği'nin Meclis'te yürüteceği mücadelenin etkinlik derecesi konusunda size tümüyle katılıyorum. Siz Doğu Perinçek'in adını vermişsiniz, birkaç isim de ben sayayım: Ceyhan Mumcu, Halil Nebiler, Ümit Ülgen gibi birikimli, cesur ve mücadeleci insanların Meclis'e katabileceklerini düşünün. Bölücülük yapmak yerine, toprak ağalığına karşı bayrak açmayı seçmiş Diyarbakır Bismil Cumhuriyet Köyü muhtarı Mehmet Tanrıkulu'nun aynı mücadeleyi TBMM'ye taşıdığını düşünün. Neyse... Bu hareketi ve kendi seçim bölgesinde Cumhuriyet Güçbirliği adayı olup olmadığını merak edenler http://www.cumhuriyetgucbirligi.org adresinden bilgi alabilirler.
Kemal Gelence - 10.06.2011
♪
rütük hiç utanmadan sıkılmadan gariban ulusal kanalı ysk'ya şikayet edip tarafsız yayın yapmadığı gerekçesiyle 3 gece için siyasi program yayın yasağı koymuş. neredeyse bütün kanallar akepe ve bdp bğmsz adaylarını ekranlarda ağırlarken, zaten izleyici sayısı sınırlı ulusal kanala yapılan korkunç bir haksızlık.umarım izmir 2.bölgenin değerli müzik dostları doğu perinçek'in meclise taşınmasına destek verirler..doğu perinçek nasıl muhalefet yapar bir hayal edin. kamer genç bile onun gölgesinde kalabilir
mustafa yüksel - 10.06.2011
♪
. Demokrasi Diye Diye (15) : ...... Basınımızın demokratik duyarlılık ve meslek ahlakı açısından hangi noktalara gerilediğini ortaya sermek üzere şu iki örneğin dikkat çekici olduğunu düşünüyorum: 1) Seçime katılma yöntemleri bakımından birbirinin tamamen benzeri, ama siyasi görüş olarak hiçbir benzerlik taşımayan iki ayrı hareket var: BDP ve Cumhuriyet Güçbirliği. "Yöntem benzerliği"nden kasıt şu: Her iki hareket de, bağımsız adaylarla seçime girip ardından grup kurma yolunu benimsiyor. Cumhuriyet Güçbirliği'nin "Atatürk'te Birleştik" sloganı, yöntem dışında bu iki hareket arasında hiçbir benzerlik bulunmadığını zaten yeterince ortaya koymakta. Bu durumda basınımızdan ne beklenir? En azından her iki harekete eşit ölçüde yer vermesi; bunlardan biri hakkında sürekli haber yapıp diğerini yok saymak gibi adaletsiz bir tutum içerisinde olmaması, değil mi? Ama hiç de öyle olmuyor. Seçim sürecinin başından beri dikkat ediyorum; BDP şu ya da bu vesileyle her gün ekranlara taşınırken, 30 adayla seçime hazırlanan Cumhuriyet Güçbirliği'nin adı bile geçmiyor. Evet, mücadeleci ve bağımsızlıkçı Cumhuriyet Güçbirliği adaylarını AKP'nin kendisi açısından birer tehlike olarak gördüğü bir gerçek. Ayrıca, 5. grup olarak TBMM'ye girmeleri halinde, AKP'nin "tek başına Anayasa'yı değiştirecek çoğunluk" hayallerini de suya düşürebilirler. Bunlar AKP'nin korkuları ve tabii reklam olmasın diye onlar Cumhuriyet Güçbirliği'nin adını bile anmıyorlar. Tamam da, basınımıza ne oluyor? AKP'nin halkla ilişkiler bürosu gibi davranmak zorundalar mı? 2) Belki izlemişsinizdir; Topkapı Sarayı'nın müdürü, 3.Selim'in tahtını kendi lojmanına taşıtmaya çalışmış. Üstelik yağmurlu bir günde ve korunmasız bir biçimde. Haber değeri bulunan böyle bir olayın gazetelerde ve televizyonlarda yer almasını doğal karşılıyorum. Pekiii... Aynı basınımız, şu son dönemde çeşitli kavram ve kurumlarıyla Osmanlı devlet anlayışı Cumhuriyet rejiminin içine taşınırken niye sessiz kalmayı tercih ediyor? Yoksa bu durum, bir tahtın lojmana taşınmasından daha mı önemsiz?
Kemal Gelence - 10.06.2011
♪
. Demokrasi Diye Diye (14) : ...... Özdemir Asaf'ın çok sevdiğim "ENİ" başlıklı şiiri şöyle (kendisi "diyor" yerine, "deyor" şeklinde yazmış; ben günümüz Türkçesi'ne uygun olarak diyor'u yeğleyeceğim) : Çürük diyorum, çürük değil diyorlar / Uzak diyorum, uzak değil diyorlar / Elimle bir-bir gösteriyorum / Evet bakıyorlar, hayır diyorlar. - Şimdi, birilerinin bakıp bakıp da "hayır" dediği tabloyu derli toplu bir biçimde resmetmeye geçebiliriz... Hep söylenegelen ve benim de katıldığım bir şey vardır: Ne yazık ki toplum olarak bazı şeyleri çabuk unutuyoruz. Üstelik, geçmişte kalmanın ötesinde, eğer "zamana yayılan" bir süreç söz konusu olmuşsa, unutmamız daha da kolaylaşıyor. Şu son 8 yılda hangi gazetecilerin, hangi televizyoncuların, hangi TV kanallarının ve programlarının başına neler gelmiş; birlikte hatırlamaya çalışalım. Başlamadan önce iki şeye vurgu yapmak istiyorum: 1) Arada atladıklarım, yani benim de unuttuklarım olabilir; sizler katkıda bulunup ekleme yapabilirsiniz. 2) Sıralayınca zaten fark edeceksiniz; hepsinin ortak yönü, AKP'ye muhalif olmaları. Birkaçının dışında, bir diğer ortak yönleri; hepsinin ulusal-milli duruş sergileyen kişi veya kurumlar olmaları. - Olabildiğince tarih sırasıyla yazmaya çalışacağım, ama bunun tam anlamıyla gerçekleşemeyeceğini de baştan belirtmeliyim: 1) NTV'de "Kapalı Kapılar Ardında" programının üç katılımcısı vardı: Emin Çölaşan, Mustafa Balbay ve Yavuz Donat. Bu gazeteciler Ecevit'in koalisyon hükümetine ağır eleştiriler yöneltirken hiç rahatsız olmayan NTV, AKP'nin iktidar olmasından kısa süre sonra bu programı yayından kaldırdı. 2) TRT TV2'de yayınlanan "Attila İlhan'la Zaman İçinde Yolculuk" programına sudan bir gerekçe gösterilerek son verildi. 3) Kanaltürk televizyonu iktidar tarafından mali ablukaya alınarak, satılmak zorunda bırakıldı. Bu, aynı zamanda Tuncay Özkan'ın ayağını kaydırma sürecinin de başlangıcı oldu. 4) Kanaltürk'ün el değiştirmesi, "Ceviz Kabuğu" programının yapımcısı Hulki Cevizoğlu'nu da yeni kanal aramak zorunda bıraktı. 5) Yine bu el değiştirme, "Yolsuzluk ve Yoksulluk" programıyla bir takım karanlık ilişkileri ortaya çıkaran Tuncay Mollaveisoğlu'nu ortada bıraktı. Birkaç kanal denemesinden sonra "kanalsız" kaldı. 6) Emin Çölaşan Hürriyet'ten kovuldu. 7) Ulusal Kanal'a baskın düzenlenip, bir kısmı sonradan tahliye edilecek olan bazı önemli isimler tutuklandı. Ancak bu kanalda, diğer bazı televizyonlarda görülen "etkisizleşme" yaşanmadı. 8) TRT'de "Sınırlar Arasında" adlı programı hazırlayıp sunan Banu Avar'a "güle güle" dendi. En son İsveç'in kirli çamaşırlarını ekrana getirmiş ve o "özgürlükçü-uygar"(!) İsveç'in "yayın tekrarını engelleme" girişimine muhatap olmuştu. 9) Mustafa Balbay'ın tutuklanması ve ART'ye yapılan polis baskını zincirleme sonuçlar doğurdu: Balbay ve Çölaşan'ın birlikte yaptığı "Ankara Rüzgârı" programı, Hulki Cevizoğlu'nun "Ceviz Kabuğu" programı son buldu. ART yayınları etkisizleşti. 10) Mine Kırıkkanat gazetesinden kovuldu. 11) Bekir Coşkun'un işine son verildi. 12) Necati Doğru gazetesinden istifa etmek zorunda bırakıldı (bu, kovmanın kibarcası oluyor). 13) Ruhat Mengi'nin Star TV'deki "Her Açıdan" programına son verildi. 14) Oktay Ekşi, yaptığı hata nedeniyle özür dilemesine rağmen, "kurban isteyen ilahlar" tarafından istifa etmek zorunda bırakıldı. 15) Hürriyet, tutuklanan Soner Yalçın'ın yazılarına son verdi. 16) Cüneyt Ülsever, önce sansürlenmek istendi. Sonra yazıları haftada bire indirildi ve ardından Hürriyet'ten kovuldu. 17) Aynı gazete, Tufan Türenç'in yazılarına son verdi. 18) Özdemir İnce'nin yazıları haftada bire indirildi. 19) Mehmet Faraç Cumhuriyet'ten kovuldu. 20) "Olacak O Kadar" programında politik mizaha da yer veren Levent Kırca'nın sözleşmesi Fox TV tarafından sonlandırıldı. Sanatçı bizzat açıkladı; kanalla görüşmesinde, "programa devam edersek, lisansımızı iptal etmekle tehdit ediyorlar" deyip, yayını bitirmişler. - Bu yazıda yer alıp da, siyasi baskı ve tehditlerden etkilenen ya da en azından "hedef alınan" kişi, kurum ve program istatistiğini de vereyim: 19 tanınmış basın-yayın insanı, 3 TV kanalı ve 8 TV programı. - Şimdi bu tabloyu yorumlarsak: Son 8 yıla dağılmış gibi görünen bu gelişmelerin aslında çok büyük bir kısmı son 4 yılda gerçekleşti. Bir ülkenin basın-yayın hayatında bu kadar kısa bir sürede bu denli ağır ve "tek yönlü" bir kıyım gerçekleştiği halde; kendine "aydın" diyen insanlar bu olan bitene kayıtsız kalıyor, hatta demokratikleşiyoruz diye sevinç çığlıkları atıyor, üstelik bir de "ileri" demokrasiden söz edebiliyorsa; orada "katmerli" bir utanç söz konusudur. Aydın denilen kişi, karşıt görüşlü insanlar ve kurumlar baskı ve tehditle bir bir safdışı bırakılırken köşesine çekilip sessizce bekleyen ve sırıtarak ellerini oğuşturan kişi değildir. Bırakın aydın olmayı, böyle davranan kişi "sıradan bir demokrat" sıfatını bile hak edemez. Ama ülkemiz ne yazık ki böyle sahte aydınlarla dolu. Zaten Tayyip Erdoğan şu sözü söylediğinde ciddi bir tepki ortaya koyamamış sözde aydınlardan ne beklenebilir ki? : "O gazetelerin patronlarına sesleniyorum, 'Ne yapayım köşe yazarı, hakim olamıyorum' diyemezsin. 'Sen bunun sorumlususun arkadaş' diyeceksin. Niye, çünkü bu ülkeyi germeye kimsenin hakkı yok. Buna müsaade etmeyiz." - Son söz: İster korkudan olsun, isterse çıkar güdüsüyle; eğer basın-yayın organları kendi özgürlük alanlarını "tek yetkili" bir kişi ya da kadroya terk ederlerse; yalnızca kendi onurlarını yitirmekle kalmaz, toplumlarına ve demokrasiye de ihanet etmiş olurlar.
Kemal Gelence - 09.06.2011
♪
Müfit Abi, Klasik müzik üzerine yazdığın yazını kah tebessüm ederek, kah gülerek okudum. yine bam telinden dokunmuşsun meseleye, valla kızdıracaksın yine birilerini, ayrıca sana çok katılıyorum, sanatın yarışması olmaz. Sicak bir Amsterdam gecesinden iyi geceler abicim, çok öpüyorum seni :)
Elvan Duygu Gülay - 28.05.2011
♪
Sevgili Atatürk'ümüzün Kurtuluş Savaşı'mızı başlatmak üzere Samsun'a çıkışının 92. yıldönümü nedeniyle tüm ulusumuzun Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı'nı en içten dileklerimle kutlarım :)
editör - 18.05.2011
♪
. Demokrasi Diye Diye (13) : ...... 12 Haziran'a tam 25 gün kaldı. Meydanlarda incir çekirdeğini doldurmayacak konular hakkında en sığ, en ucuz tartışmalar ve laf yarışı süredursun, ben de buradan seçim öncesi ve sonrasına yönelik bazı tahminlerde bulunmak istiyorum... İlk olarak, SEÇİM ÖNCESİ: 1) Seçime makul bir süre kala, tutuklu bulunan bazı sembolik isimlerin tahliyesine tanık olabiliriz. İktidar, başlangıçta kendisine destek olup da, son zamanlarda giderek despotlaştığı yönünde endişeye kapılan kimi eğitimli kesimleri "tavlayabilmek için" göz boyayıcı böyle bir adım atabilir. "Tahliye yargısal bir süreçtir, iktidarla ne ilgisi var?" diyenlere; Anayasa değişikliğinden sonraki kadrosuyla adeta hükümet organı gibi çalışan HSYK'nın son dönemde kilit noktalara yaptığı atamaları incelemelerini öneririm. 2) AKP için bu seçim, "yüzdük yüzdük, kuyruğuna geldik" seçimidir. Yani "bitirici hamleye" hazırlanıyorlar. O yüzden hiçbir şeyi şansa bırakmak istemeyecekler. Yürürlükteki seçim sistemine, yani "barajlı d'Hondt sistemine" göre; tek başlarına Anayasa'yı değiştirecek çoğunluğa ulaşabilmeleri için, barajı aşıp Meclis'e girecek parti sayısını azaltmaları gerekiyor (yüksek oy almak tek başına bunu sağlamıyor). Ayrıca, bağımsız seçilip de sonradan grup kurma hazırlığında olan iki hareketin de (BDP ve Cumhuriyet Güçbirliği) önüne engeller çıkarılabilir. O yüzden, şu anda bile muhalefete yönelik entrikalara tanık olurken, seçime yakın, bunların doruğa çıkmasını bekleyebiliriz. Yalnız, bu tek başına AKP'nin "kazanma hırsı" ile ilgili bir şey değil. En az bunun kadar "süreç zorlayıcı" olmak üzere, kendi devasa çıkarlarına en iyi hizmet eden partinin AKP olduğunu düşünen dış odaklar da bu partinin işini kolaylaştıracak tezgâhlar sergileyebilir. -- Şimdi de SEÇİM SONRASI (Eğer AKP yine tek başına iktidar olursa) : 1) Kayseri Belediyesi, YGS, Deniz Feneri gibi örneklerde görüldüğü üzere; AKP kendine yakın kesim ve kadroları kollamak, onların bulaştığı şaibeli işleri örtbas etmek için ne gerekiyorsa yapacak. Ama diğer yandan, muhalefete ait belediyelerdeki operasyonların ardı arkası kesilmeyecek. Bunlar olurken, HSYK, iktidarın hoşuna gitmeyen kararlara imza atan savcı ve yargıçlara yönelik "sürgün" ve "tenzil-i rütbe" uygulamalarına hız verecek. Bir yandan da, bütün bu gerçekleri halka yüksek sesle anlatma potansiyeli bulunan "sivri" isimlerin Silivri'ye gönderilmesi süreci devam edecek. Tüm bunlara yönelik "toplumsal tepki" ortaya koymaya çalışanlara karşı, despotlaşma giderek artacak. Tepki-despotlaşma-tepki-despotlaşma sarmalı tırmandıkça, "Tayyip Erdoğan beyni ile düşünen" savcı ve yargıçlara daha fazla iş düşecek. Süreç böyle yürürken, Erdoğan'ın şu sözünü daha sık duyacağız: "Bunun bizimle ne ilgisi var, bağımsız yargının tasarrufudur". Yani, Erdoğan kendince "demokrat lider" rolünü oynarken, bütün baskıcı uygulamalar yargının üzerine yıkılacak. Toplum cübbeli ve cübbesiz Erdoğan arasında sıkışıp kalacak. 2) Şu son 3 yılda karşılaştıklarımızdan daha fazla olmak üzere, demokrasilerde en doğal hak olan şeylerin birer "örgüt suçu" olduğuna inandırılmaya çalışılacağız. Kâğıt üzerinde serbest olan "muhalefet etme", uygulamada giderek daha da zorlaşacak ve "cesaret işi" haline gelecek. Büyük gazete ve televizyonlardaki konumlarını yitirip, zaten kelaynak kuşu misali azalmış olan muhalif isimler, bu oranlarını bile koruyamayacaklar. Kapısına maliyecilerin gelmesinden korkan patronlar, onları kadrosuna almaya cesaret edemeyecek. İktidar, kendisini protesto eden kitleleri "kışkırtılmış" , "provokasyona gelmiş" , "çetelerin maşası olmuş" , "örgütün amaçlarına hizmet ediyor" şeklinde yaftalamayı artan bir dozda sürdürecek. "Aklı başında ve iyi niyetli olan hiç kimse AKP'nin politikalarına karşı çıkmaz, hoşnutsuzluk göstermez" anlayışı zihinlere kazınmaya çalışılacak. 3) RTÜK yasasına konan "Başbakan'a yayın durdurma yetkisi", Sporda Şiddeti Önleme yasasına sokuşturulan "yuhlama-ıslıklama" yasağı gibi şeylerin gerçek anlamını daha iyi kavrayacağız. Savcı ve yargıçlar "içeri tıkma" yetkisini daha rahat kullanabilsin diye, AKP milletvekilleri bütün hünerlerini sergileyip, her yana çekilebilecek "lastikli yasa maddelerinin" hukuk sistemimizdeki payını artırdıkça artıracaklar. 4) ABD-AKP-Fethullah üçlüsünden birine veya birkaçına DOKUNANLAR "yanmaya" devam edecek. "İçeri tıkılması gerekenler"in ev ve iş yerlerinde bulunan deliller, yine ve her ne hikmetse hep "dijital" olacak (teknolojinin bu kadar ileri olmadığı dönemlerde, cebine esrar konurdu). İstisnai bazı durumlarda, örneğin kazıda mühimmat bulunmuşsa; bizzat polisin ağzından, o "yeni tip" mühimmatla ilgili kursu henüz daha 2 gün önce Amerikalı'dan aldığını işiteceğiz (rastlantıya bakar mısınız?.. sen git elin Amerikalı'sından 2 gün sonra "tesadüfen" bulacağın mühimmatın eğitimini al, PES!). E tabii böyle tezgâhları ortaya çıkaran gazeteciler de (Oda Tv örneğinde olduğu gibi) bir bahane uydurulup yine içeri tıkılacak. Bu da yetmeyecek; bizzat kendisi "muhafazakâr" olup, meslek hayatı boyunca sol örgütlerle mücadele etmiş Hanefi Avcı gibi birisi çıkıp da, devletin içindeki "cemaatçi" yapılanmayı gözler önüne sererse, hemen bir hokus-pokus numarası çekilecek ve "devrimci örgüt" üyesi olmaktan kodesi boylayacak (ey illüzyonistler, kendinizden utanın!.. böyle numaraları siz bile beceremiyorsunuz). Derdest edilenlere yönelik suçlamalar da "yine ve her ne hikmetse", "yapmışlar" şeklinde değil, "yapacaklardı" şeklinde olacak (takdir edersiniz ki, "işlenmiş" suçlar için ortaya daha inandırıcı ve somut kanıtlar koymak gibi bir zorunluluk var). 5) İktidar bizzat veya yargı yoluyla sindiremediği kitlelere yönelik olarak, Erdoğan'ın "biz de karşılarına 5-10 bin kişiyi koyarız" formülünü devreye sokabilecek. 6) Ve tabii, eğer Anayasa'yı değiştirecek güce ulaştılarsa (ki aslında bu olmasa bile, referandumun tadını aldılar); bu kez çok köklü bir değişiklikle, hatta bir "yenileme" ile, Türkiye Cumhuriyeti'ni "bu bizim Cumhuriyetimiz mi?" diye bakakalacağınız bir şekle sokacaklar. 7) Hepsinden kötüsü (yazmaya pek elim varmıyor ama) eğer ülkenin doğusunda bir karışıklık çıkarsa; yaşanacak olanların yanında, burada yazdıklarım bile birer "fantezi" olmanın ötesine geçemeyecek. Umarım, yazdıklarımın hepsinde yanılırım. İyi seçimler efendim!..
Kemal Gelence - 17.05.2011
♪
İnsanların vatan için ölümü göze aldıkları dönemlerden, mesleklerini bile tehlikeye atmaktan çekindikleri bir döneme gelmiş olmamız oldukça üzücü.
Devlet Tiyatroları son yıllarda "yurtseverlik" konulu, örneğin Kurtuluş Savaşı dönemini işleyen oyunlara repertuvarında yer veriyor mu, bundan kuşkuluyum.
Ama arkadaşlarınızın şöyle bir soruya ne cevap vereceğini doğrusu çok merak ediyorum: Eğer yurdunu koruma uğruna canını, malını, her şeyini feda eden insanların öyküsünü anlatan bir oyun sahnelecek olursa, orada rol üstlenirken neler hissedeceksiniz? Bu ürkekliğinizle, canlandırdığınız karakterin, hatta belki de bir kahramanın ruh halini yansıtabileceğinize inanıyor musunuz?
Neyse, en azından o kısa mesajımın ikinci bölümündeki tahminimin gerçeğe dönüştüğünü görmekteyim.
Şöyleydi:
"Ama ben bu durumun geçici olduğunu ve kendisinin acısı biraz hafifleyince, önceden olduğu gibi mücadeleci yazılarını yeniden okuyabileceğimizi tahmin ediyorum".
Benden de Trabzon'a selamlar :)
Kemal Gelence - 16.05.2011
♪
. Demokrasi Diye Diye (12) : ...... Bundan yıllar önceydi... O sıralar, diğer bazı konularda olduğu gibi "hukuk" konusunda da bir takım kavramlar henüz daha zihnimde yeterince berraklaşmamıştı. Durum böyleyken, yabancı filmlerin mahkeme sahnelerinde "yasa dışı yollardan elde edilmiş kanıt" kavramıyla tanıştım. Öyle ki, bazen bir cinayetin aydınlatılmasına katkı sağlayacak derecede önemli bir kanıta bile, sanığın avukatı, "yasa dışı yollardan elde edilmiş" olmasını gerekçe göstererek itiraz edebiliyor ve yargıç da bu itirazı kabul ediyordu. İlk başlarda bana tuhaf geldi. Öyle ya, cinayet gibi çok ciddi bir suç ve bunun suçlusu açığa çıkarılacaksa, kanıtın hangi yollardan elde edildiği önemini yitirmez miydi?.. Zamanla şunu anladım: Çağdaş hukuk, en rezilce bir suçu aydınlatmak için bile olsa; devletin ya da onun adına yetki kullanan kişilerin yasalara aykırı yöntemlere başvurmasını, kamu düzeni ve bireylerin hakları açısından çok daha tehlikeli ve rezilce kabul ediyordu. Yani, burada bir terazinin iki kefesi söz konusuydu. Gerçekten de, görünüşte olumlu bazı gerekçeler ileri sürerek yasa dışı yöntemlerle bilgi-belge edinmenin yolu bir kez açılırsa, bu rezillik bir kez meşrulaştırılırsa; ucunun nerelere uzanacağı, hatta o olumlu(?) gerekçelere sadık kalınıp kalınmayacağı tümüyle belirsizdir. Zaten otoriter yönetimlerin sıklıkla bu yola başvurmaları da rastlantı değildir. Çünkü bu, "sindirme ve şantaj" politikalarının en elverişli aracı olup çıkar. -- Ülkemizdeki duruma bakarsak... Zamanlamasını tam bilmiyorum; belki AB'ye uyum sürecinin mevzuat değişiklikleri aşamasında, belki de daha önce; ama "yasa dışı yollardan elde edilmiş kanıt" kavramının artık bizim hukukumuzda da olduğunu biliyorum. Ayrıca, "özel yaşamın gizliliği" ilkesi de var. Ama gelin görün ki, ortalık "gizli çekim" ses ve görüntü kayıtlarından geçilmiyor. Üstelik, yasalar uygulanarak bunları üreten ve yayanlar hakkında işlem yapılması şöyle dursun, tam tersine birileri sürekli bunlardan yararlanma peşinde. Yukarıda değindiğim kavramsal çerçeve ışığında, bu olan bitenlerin ahlâkî, hukukî ve siyasî değerlendirmesini sizlere bırakıyorum. Şununla bitirelim: Polisiye filmlerde suçlunun belirsiz olduğu durumlar için, olayı aydınlatmaya yönelik hepimizin iyi bildiği bir soru vardır: Bu suçun işlenmesinden kim(ler) yarar sağlıyor? -- Cevabı ararken, seçim meydanlarında kim(ler)in bu olaylardan siyasî çıkar sağladığına bakmak acaba yeterli ipucu sayılabilir mi, ne dersiniz?
Kemal Gelence - 15.05.2011
♪
Sevgili Kemal bey, inanın bazan direncim kırılıyor, hele çalıştığım Devlet Tiyatrosu'nda, Kültür Bakanının Merve olayından sonrakı çıkışı üzerine hala inanılmaz derecede suskunluğun devam etmesi direncimin kırılmasında önemli rol oynuyor. Trabzon Devlet Tiyatrosu'nda 80 kişiyiz biz. Ama inanın birtek benim sesim çıkıyor. Bu nedenle mahallenin delisi durumuna düşmüş bulunmaktayım. Kimseyi harekete geçiremiyorsunuz. Arkadaşlarımın bana gösterdikleri mazeret ise şu: Sen emekliliğini hak ettin o nedenle konuşuyorsun. Yani bu kadar komik bir durum olabilir mi? Ben 70'lerde bir yıllık memurken de böyleydim, şimdi 38 yıllık memurum gene böyleyim. Bu ölü suskunluğu nedir? babamı defnederken mezarlıktaki sessizliği dinledim. Orası bile bu denli sessiz değil inanın.
Ama şunun bilin ki, Mavi Nota'nın burada yayında olması bile benim mücadelemin bir gereğidir. Mavi Nota bir anlamda benim sesimdir. Yaşamak ciddi iştir ve her zaman mücadele etmeye değer Sevgili Kemal Bey.
O nedenle mücadeleye devam, hele bu karanlıktı daha bir devam :))
sevgiler saygılar Trabzon'dan :))
editör - 15.05.2011
♪
. Demokrasi Diye Diye (11) : ...... Bu sütunu sürekli okuyanlar bilirler; daha önce siyaset-sanat ilişkisine değinmiş ve şöyle demiştim: "Hiç kuşkunuz olmasın, dizginleri tümüyle ele geçirdiklerinde (ki buna çok az kaldı), ben değil ama bizzat siyasetçiler size 'siyaset-müzik' ya da daha genel anlamıyla 'siyaset-sanat' ilişkisinin ne demek olduğunu çok açıkça gösterecekler" -- Bildiğiniz gibi; RESİM, HEYKEL, TİYATRO, MÜZİK sanatın en temel dalları. "De-diy-di" dizimizin 9. bölümünü okuyanlar bir şeye dikkat ettiler mi, bilmiyorum. O bölümde, iktidardaki siyasetçilerin RESSAM Bedri Baykam'a ve TİYATROCU Levent Kırca'ya yönelik tutumları yer almıştı. Aslında o yazıda olmayıp da, yine TİYATRO ile ilgili bir başka güncel gelişme daha vardı: Erdoğan'ın kızının izlediği bir oyun vesilesiyle önce Devlet Tiyatroları'nın kapatılması gündeme geldi, ardından (herhalde seçim öncesi fazla puan kaybettirir korkusuyla) geri adım atıldı. Yine o 9. bölümde, Tunalı Hilmi caddesinde MÜZİK yapan dört gence polisin ceza kesmesi ve Kars'taki HEYKEL'in başına gelenler de yer almıştı. Farkında mısınız; kısacık bir zaman dilimine ve benim o yazıma, başta sözünü edip büyük harflerle yazdığım en temel 4 SANAT DALI'na yönelik olumsuzlukları sığdırıverdik. Hem de henüz seçimlerin öncesinde... Konunun bir tarafında hep "iktidar cephesi" var. Müzikle ilgili örnek buna uymuyor diye düşünenler yanılırlar. O polisler de genel siyasetin havasını koklayarak "kabahat cezası" kesme cüretini kendilerinde bulabiliyorlar. Tıpkı protestocu gençlere öldüresiye şiddet uygularken kendilerine arka çıkılacağını bildikleri gibi... Kısacası, "ben sanatçıyım (ya da ben sanatseverim), ama siyasetle ilgilenmiyorum" diyenlere duyurulur: Siz ilgilenmeseniz de, siyasetin size olan "boğarcasına" ilgisinden kaçma şansınız yok. İyisi mi, bari ilginiz karşılıklı olsun; ki böylece iktidardaki zihniyetin sanata ve sanatçıya "sınır tanımaz" müdahaleciliğini frenleme şansı tümüyle yitirilmemiş olur. Şunu da eklemeden geçemeyeceğim: Heykel tartışmaları ayyuka çıkıp da fazla tepki alınca, Tayyip Erdoğan aynen şöyle demişti: "Heykelin ne olduğunu az çok bilirim. Heykel ile ilgili takdir yetkisi kullanmak için illa güzel sanatlar mezunu olmak şart değil" -- Yani, kendisinin de "sanat ve estetik algısına" sahip olduğunu belirtmek istedi. Peki bunu söyleyen kim? : Genel Başkanı olduğu partiye amblem olarak estetiğin "e"sini bile içinde barındırmayan "ampul"ü seçmiş veya en azından buna itiraz etmemiş olan kişi... Başkaca yoruma gerek var mı?
Kemal Gelence - 13.05.2011
♪
Sayın Editörüm, ülkemizde yaşanan gelişmelerin "umut verici" yönde olduğunu düşünüyor değilim. Mesaj sütunundaki yazılarımdan da anlaşılacağı gibi, üzerimize çöken karanlığın her geçen gün biraz daha koyulaşmakta olduğunu görebiliyorum. Ama asıl böyle zamanlarda mücadeleyi bırakmamak gerekir düşüncesindeyim. Sizin söz konusu yazınızın son kısmı ise, adeta "artık mücadelenin bile bir yararı yok" duygusunu veriyordu, ki "umutsuzluk"tan kastım budur. İşte o satırlar:
Ben bu yasak için yorum yazmıyorum. Yazmak için gerek görmüyorum.
Demokrasi diye diye ülkemiz hızla teokratik monarşiye doğru kayıyor ve bizler de seyrediyoruz ya.
Daha ne diyeyim o zaman?
...
Haksız mıyım?
Bence, aklımızın yettiği, dilimizin döndüğü ölçüde yanlışları görmek ve göstermek durumunda olduğumuz bir süreci yaşıyoruz.
Ayrıca (belki haddimi aşmış oluyorum ama); o mesajı yazarken, bezginliğin şu dönemde sizi kişisel olarak da yıpratabileceği olasılığını göz ardı edemedim.
Saygılar sunuyorum...
Kemal Gelence - 13.05.2011
♪
. Demokrasi Diye Diye (10) : ...... TÜSİAD'ın anayasa önerisi gündeme geldiğinde değinecektim, ama olmadı. Aynı şeyi bugün Bülent Arınç da dile getirince, artık yazmak kaçınılmaz oldu. Söylenen şu: "Anayasa'nın ilk 3 maddesini 'değiştirilemez' olarak kabul etmeye gerek yok. Yalnızca, 'Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir' maddesinin değiştirilemez olması yeterlidir". -- Ne kadar kurnazca... (afedersiniz, klavyem sürçtü) ne kadar müthiş bir güvence(!), değil mi? Lakin ufak bir kusuru var: Diğer iki maddeye dokunulduktan sonra geriye kalacak olan Cumhuriyet; Çin Halk Cumhuriyeti mi olur, İran İslam Cumhuriyeti mi olur, yoksa Cibuti Cumhuriyeti mi olur; artık kısmetinize ne düşerse...
Kemal Gelence - 10.05.2011
♪
Sayın Editörümüzün dünkü (şu an arşivde duran) yazısı biraz umutsuzluk çağrıştırır tarzda bitiyor. Ama ben bu durumun geçici olduğunu ve kendisinin acısı biraz hafifleyince, önceden olduğu gibi mücadeleci yazılarını yeniden okuyabileceğimizi tahmin ediyorum.
Kemal Gelence - 10.05.2011
♪
"Acı Günüm"de yanımda olan, acımı paylaşan tüm dostlarıma en içten teşekkürlerimi sunuyorum. Hepiniz sağolun ...
editör - 09.05.2011
♪
Canim abim, acini paylasiyorum, telefonda da soyledigim gibi biliyorum zor ama metin olmak zorundasin. Sana ve ailene bassagligi ve sabir diliyorum. Cok opuyorum seni abicim.
Elvan Duygu Gülay - 05.05.2011
♪
Sayın Editörümüzün acısını paylaşıyor, başsağlığı ve sabır diliyorum.
Kemal Gelence - 01.05.2011
♪
Editörümüzün babasının vefatı nedeniyle gazetemiz 9.Mayıs.2011 tarihine kadar güncellenmiyecektir.
Mavi Nota - 01.05.2011
♪
. Güncel Gündem Gülmecesi (7) : Tayyip Erdoğan "Analara bizim saygımız sonsuzdur" dedi. Demek ki "Mersinli çiftçi" olayının bir benzeri daha yaşanırsa, bu kez "Hadi ananı da al git!" demeyecek. Herhalde hitabı şöyle olacaktır: Muhterem anneciğinizi de alıp gidiniz lütfen!
Kemal Gelence - 29.04.2011
♪
. Demokrasi Diye Diye (9) : ........ Geçtiğimiz 2 haftanın "İLERİ DEMOKRASİ" raporunu sunuyorum (Not: "İleri" sözcüğünün burada hiçbir suçu, günahı yok. Lütfen içinizde bu sözcüğe karşı nefret duygusu gelişmesine izin vermeyiniz) : Öteden beri kendisini "liberal" olarak tanımlayan gazeteci Cüneyt Ülsever, bir TV programında başından geçenleri anlattı. (Dikkatinizi çekerim; solcu ya da ulusalcı olmayan birisinin başına bile, iktidarı eleştirdiğinde neler gelebildiğinin ibretlik öyküsüdür) - Çalıştığı Hürriyet gazetesinin, "hürriyet" kavramıyla hiç bağdaşmayan tavırları şöyle bir seyir izlemiş: Önce belli bir süre, yazılarındaki "iktidarı eleştiren" bölümlere müdahaleler gelmiş. Sonra bildiğiniz gibi, yazıları "haftada bir"e düşürüldü. Ama, "tek adam rejimi" konulu yazısı bardağı taşıran son damla olmuş. Bu yazının yayınlanmaması, ardından 3 haftalık bir "kızağa çekme" ve sonunda Hürriyet'ten kovulma. Nasıl "basın özgürlüğü" ama? (Doğan Grubu'na kesilen vergi cezası bayağı işe yaramış) - Yine bir gazeteci, bu kez Ertuğrul Özkök... İçinde bulunduğumuz dönemi "ara rejim" olarak nitelediği yazısı iktidar partisini çok rahatsız etmiş olmalı ki; AKP Gn.Bşk.Yrd. Hüseyin Çelik bunu bir basın toplantısında değerlendirip, kendisine demediğini bırakmadı. Konuşmasında geçen şu iki cümle çok dikkat çekici: "Herkes haddini bilsin" ... "Bu zihniyeti ayaklar altına almalıyız". Bunun üzerine, Ertuğrul Özkök kendisi, ailesi ve kurumu adına korktuğunu belirtti. Nasıl demokrasi ama? - Tayyip Erdoğan bazı Ortadoğu ve Afrika ülkelerinin devlet başkanlarına "Halkınızın taleplerine kulak verin, dayatmalardan uzak durun!.." gibi sözlerle akıl vermeyi sürdürürken; kendi ülkesinde, yani Türkiye'de bakın neler oldu ve olmaya devam ediyor: Geçen yıl hak arama eylemi yapan ve polisin gazabına uğrayan Tekel işçileri hakkında geçtiğimiz günlerde dava açıldı. Benzer şekilde, Eğitim-Sen üyelerinin eylemi de davalık oldu. Talep ve eleştirilerinin dikkate alınmasını sağlamak için grev yapan sağlık emekçilerine yönelik olarak da, müfettiş soruşturmaları başlatılıp, "haddini bildirme ve burun sürtme" süreci yürürlüğe kondu. Protesto için elindeki yumurtayı havaya kaldıran gençlerden birisi öğrenci yurdundan kovuldu ve aldığı devlet bursu kesildi. Eylemi, "milli birlik ve bütünlük duygularını zedeleyici" bulunmuş. Nasıl gerekçe ama? Bilirsiniz, Erdoğan, "cumhur" .. "cumhura soralım" gibi ifadeleri sıkça kullanır. Ama onun "cumhur"dan anladığı, yalnızca kendilerine alkış tutan, itaat eden ve verdikleriyle yetinen kitlelerdir. Her kim ki itiraz ediyor, hakkını savunuyor, iktidarın politikalarından hoşnutsuzluğunu ortaya koyuyorsa; Erdoğan'ın ve AKP'nin gözünde "cumhur" kapsamının dışına çıkıyor. - 23 Nisan günü Ankara'da Tunalı Hilmi caddesinde müzik yapan 4 genç, polis tarafından karakola götürülüp, "Kabahatlar Kanunu" çerçevesinde 75'er lira cezaya çarptırılmış. (E tabii, "örgütün amaçları doğrultusunda yayın yapmak" suçlaması burada biraz absürt kaçardı) Gençlerden birisinin şu cümlesi olayın kendisinden bile daha vahim (bu kısmını yalnızca bir tek TV kanalında izleyebildim) : "Ben karakolda polise, 'burada çalmayıp da nerede çalalım?' deyince, bana şöyle cevap verdi: 'Böyle konuşma, sıraya dizip başka şekilde muamelelerimiz de var'" - YGS'yle ilgili tartışmalar sürerken, 8 ilde cezaevlerinde yapılan sınavlar iptal edildi, yine ALES'te de kısmî iptal var (eşitlik ilkesine ne oldu, herkes aynı sınavdan geçmek zorunda değil miydi?). Bütün bunlara tuz-biber eken bir başka gelişme, bizzat ÖSYM başkanı Ali Demir'le ilgili. Geçmişte "intihal" (bilimsel aşırma) yaptığı, belgesi ve tanıklarıyla ortaya çıktı ve kendisi de bunu yalanlayamadı. Ama, eski başkan Ünal Yarımağan için, "artık o makamda durması doğru olmaz" diyen Bülent Arınç'tan "tık" yok. - Bütün sanıklar ve avukatlar "burada hukuk katlediliyor" diye 3 yıldır feryat ederken, zahmet edip bir kez olsun Silivri'ye duruşma izlemeye gitmeyen "tatlı su demokratları", Nedim Şener ve Ahmet Şık için dayanışma sergilemeye devam ettiler. Aynı yöntemlerle, inandırıcılığı ve hukukîliği tartışmalı kanıtlarla içeri tıkılıp çile çeken insanlar için, "zaten onları hiç gözüm tutmuyordu, mutlaka suç işlemişlerdir, onlara müstahak" diyerek yargısız infaz yapan bu "hukuk aşığı" insanlara selamlarımı sunuyorum. - Şimdi aktaracağım cümleyi bir futbol takımının amigosu bile söylese, tehlikeli sayardım. Ama, bu ülkenin dirliğinden ve düzeninden, toplumsal barışından sorumlu bir siyasetçi, bir Başbakan söyledi: (YGS protestocularını kışkırtılmış kitle, birer kukla kabul ederek) "Taksim'de bin, iki bin kişiyi yürütmek problem değil; biz de kalkarız onların karşısına 5 bin, 10 bin genci koyarız". Her ne kadar, "ama gerilimden yana değiliz" diye söze devam etmiş olsa da; bu bir "aba altından sopa göstermedir" ve bir başbakanın böyle bir şeyi aklından geçirmiş olması bile çok vahimdir. Ha, derseniz ki, şaşırdın mı? Hayır, şaşırmadım. Ben asıl, demokrasinin "D"sini bile özümsememiş bu kadrolardan, tutup bir de "ileri demokrasi" beklemek gibi bir "ham hayal" peşinde koşan kesimlere şaşırıyorum. Tabii, başta "YETMEZ-ama-EVET-çiler" olmak üzere... - Bildiğiniz gibi, ressam Bedri Baykam ve yardımcısı bıçaklı saldırıya uğradı. Olay, Tayyip Erdoğan'ın "ucubedir, yıkılsın!" dediği anıt-heykelin yıkılmaması için yapılan bir toplantının ardından gerçekleşti. Teslim olan sanığın ruh hastası bir meczup olduğuna inandırılmaya çalışılıyoruz. Oysa sanatçının kanaati ve birbirinin kopyası şeklindeki iki bıçaklamanın tarzına ilişkin doktorların değerlendirmesi, bunun "profesyonelce" yapıldığı yönünde. Sanık, ekip otosuna binerken şu cümleyi sarf etti: "Allah'tan başka ilah yoktur". İlginçtir; önlenemeyen heykel yıkımı televizyondan yayınlanırken, tam da heykelin başı gövdesinden ayrıldığı sırada, yıkımda görevli işçilerin tekbir getirdiğine tanık olduk. İçinde bulunduğumuz siyasal ve toplumsal iklim yönünden bunların ne anlama geldiğine ilişkin yorumu sizlere bırakarak, konunun bir başka boyutuna geçiyorum. İbrahim Tatlıses'in yaşadığı saldırı karşısında basının ve iktidar çevrelerinin tutumunu hatırlarsınız. İlginin yoğunluğu, gündemde kalma süresi, ziyaretler v.s. Söz konusu kişi Bedri Baykam olunca, işler değişiverdi. Onun öncesinde, yine tedavi gören bir sanatçı, Levent Kırca konusunda da çifte standardı gözlemlemiştik. "Tüccar basını" fazla eleştirecek değilim, onlar kendilerinden bekleneni sergiliyorlar. Ama iktidar çevrelerinin "bizden olanlar ve olmayanlar" ayrımı, bu olaylar vesilesiyle bir kez daha kendini göstermiş oldu. Ve tabii, Nazım Hikmet gibi, 12 Eylül döneminde idam edilen solcu ve ülkücü gençler gibi kişilere, Tayyip Erdoğan ve ekibinin "ancak siyasi istismar amacıyla" ilgi gösterebildiği de artık iyice kanıtlandı: Muhaliflerin ölüsüyle ilgileniriz, ama dirisine ne olduğu umurumuzda değil!.. - Veee, haydi hep birlikte: Yaşasın "İLERİ DEMOKRASİ" !..
Kemal Gelence - 29.04.2011
♪
Aradığınız, zor bulunan bir nota türü. Ben de cevap yazmakta geciktim. Üstelik, önerebileceklerim bir hayli sınırlı; yine de hiç yoktan iyidir. Gülnihal'in piyano notası: _ http://www.muzikfakultesi.org/paylas/593222 _ Bir de şu adrestekiler var: (Kişi, notaya aktarma işini kendisi yapmış ve profesyonel olmadığını da belirtmiş) _ http://www.keyfimuzik.net/notalar/18399-piyano-icin-kendi-yazmis-oldugum-notalar.html _ Müzik dolu günler...
Kemal Gelence - 28.04.2011
♪
turk muzigi piano notalari ariyorum.yardimci olabilirmisiniz tesekkurler
mehmet bireroglu - 26.04.2011