Portreler
Yusuf Nalkesen’in kalemiyle Yusuf Nalkesen
Hicaz makamındaki bir kasidemin ilk dörtlüğünde;
Ne diledik, ne istedik,
Bu aleme nasıl geldik?
Tertemizken bin günahla
Cümlemiz burada kirlendik!
İfademden de anlaşılacağı gibi hiç birimiz bu hayata kendi istek ve arzumuzla gelmiş değiliz!
Ben de, annem Hayriye hanımla, babam Mehmet efendinin evladı olarak çok karlı ve soğuk bir yılbaşı iptidasında gözlerimi bu hayata açmışım.
Doğum yerim (Yugoslavya) İştip Kasabası, doğum yılım (sonradan Türkiye’ye gelmemiz esnasında alınan nüfus kayıtlarına göre) 1339 Hicri, 1923 Rumi yılı olarak geçirilmiş.
Üç kız, üç erkek kardeşlerimin en küçüğü ve sonuncusu olarak ben dünyaya geldiğimde Yugoslavlar, cümle Hıristiyan alemi yılbaşı-noel-şenlikleri içindeymişler. Galiba 15-20 günlük bebekten boğmaca hastalığına yakalanmışım. Bu günün tıbbi imkanlarından yoksun olan o zamanın insanları, her şeyi kadere bırakmaktan başka sığınakları olmadığından ömürlerini tesadüflere terk etmek zorundan başka bir çareye sahip değillermiş.
Büyük ablam beni kucağına alıp komşumuz olan bir Sırplı ebeye götürmüş. Kadıncağız beni muayene ettikten sonra bir usturanın keskin ucuyla sırtıma çizgiler çizerek kanatmış! Bu olay cereyan ederken benim boynum Sırplı ebenin avucuna düşüverince ablam beni öldü sanarak feryada başlıyor! Benim o halim salaha alamet imiş, derin bir uykuya dalmışım, sağlam olarak sağlığıma kavuşmuşum.
Annem Hayriye hanım, kolağası (Baytar) Recep efendinin kızı; babam askerliğini Baytar çavuşu olarak, dedem Recep efendinin yanında yaparken binbaşının (o zaman yüzbaşı imiş) evine gider gelirken annemi görmüş ve aşık olmuş! Askerden terhiste annemi alarak İştip’e kaçırmış. Bu yuvada böyle bir macera sonucu kurulmuş.
Babam, dedem, dedemin babası nalbantlık mesleğiyle yaşamını idame ettiriyorlarmış. Ailemizde nalbantlık mesleğini seçmeyen tek evlat ben olmuş oluyorum. İştip’te mali ve maddi durumumuz çok iyi olmasına rağmen, yetişkin üç ablam ve imparatorluğun parçalanmasıyla kurulan Sırbistan, Bulgaristan, Yunanistan Devletlerinin Türk’lere olan maddi, manevi baskıları sonucu Atatürk’ün kurduğu genç Türkiye Cumhuriyeti Devletine duyulan cazibe bizi (göçe izin verilmediğinden) misafir olarak Türkiye’ye İzmir’e göç ettirmiş. Ben kundakta denecek kadar küçük yaşta ailece İzmir’e gelip, bu günkü Kadifekale’nin İzmir’e bakan eteklerinde Tamaşalık denen semtinde kiraladığımız bir evde İzmirli olarak yaşamaya başlıyoruz.
Bir süre sonra babamın, ağabeyimin aile mesleği olan nalbantlığın geçerli olabileceği İzmir’e en yakın olan Turgutlu’ya göçmüşüz. Üç ablam İzmir’de kurdukları yuvalarında kalırken bizi Turgutlu’lu (o zaman ki adı Kasaba’lı) olduk. Menteşbaba (Bozkurt) mahallesi, küçük hamam sokağı no: 3’teki büyük, meyve bahçeli evi satın aldık. Babam bir dükkan kiralayarak nalbantlığa başlıyor ve Allah da hepimizin rızıklarını bol bol eriyor. Yoksulluk, maddi sıkıntı sona eriyor. Bağ, bahçe sahibi oluyoruz.
Benim ilk musiki hocalarım Annemin kanunu, babamın bağlaması ile duvar bahçe komşumuz gazozcuların Hayriye hanım teyzelerde çalınan borulu gramofondaki 33’lük büyük taş plakları oluyor. Bir de, bu gün bile kulaklarımda yankılanan üç beş ev ötelerden, yaz gecelerindeki sihirli karanlıklarda çınlayan hazin bir kavalın beni büyüleyen o yakıcı sesi!..
Sonra sık sık gelmesini özlediğim, gözlediğim yanık sesli, beyitler okuyarak nane şekeri satan, koyu esmer tenli o nane şekercinin kulaklarımı esir eden yakıcı sesi!..
İlkokula gelinceye kadar yıllarım bu sisli perdeler arasından bana böyle bakıp durdular. Okul çağının geldiğini anlayan babam beni Cumhuriyet İlkokuluna yazdırdı. Bu okul arkadaşlarım arasında evlerinde radyo olan bir tek kişi vardı. Sanayi odası Başkanının oğlu Şevki! Müzik hocalarım arasına, bu yıllarda Halkevi Bandosu da katıldı. Belirli gün ve maç öncelerinde şehir parkı içinde verilen konserlerin en öndeki dinleyicileri arasında küçük Yusuf vardır hep. Daha sonra buna, Halkevine alınan Radyonun müzik yayınlarıyla, yazın açık hava sinemalarında oynatılan arap kökenli müzikal filmlerin müzikleri; Abdülvahap, Ümmü Gülsüm vs. ile Türk Filmlerinin Türk müziği ürünleri de eklenmeye başladı. Turgutlu’da musiki ile uğraşan fotoğrafçı Ahmet Hamdi Bey diye bir zat vardı. Bizim çocuk yaşımız ona gitmeye, ondan yararlanmaya, o günün ve çevrenin şartlarına göre imkan veremiyordu. Musiki yapılan yerlerin, binaların dış duvar diplerine çömelerek, dışarıya sızabilen sesleri duyabilmek için gece bekçilerinden işittiğim azarların ölçüsünü ancak ben bilebilirim. İlkokuldayken öğretmenlerim bana şarkılar söyletirlerdi. Benim gözüm, kulağımsa hep güzel sesleri dinlemekteydi.
Sanıyorum 1935-1936 yıllarında Ankara Radyosu yayına başlayınca (gündüzleri olmak kaydıyla) Limoncu kahvesi işletmecisinin en devamlı müşterisi ben idim. Yaşım küçük olduğu için kahveye gitmek yasaktı. Zaten büyüklerin oturduğu bu kahvelerin değil oturmak, yanından bile geçmek ayıptı. Gelenek yasağı gereği mümkün değildi.
Her türlü Türk müziği yayınlarından bilhassa Hakkı Derman ve Şerif İçli’nin yaptıkları her gün 17-18 arası birer saatlik meydan fasılları, Hamiyet, Müzeyyen, Safiye, Perihan, M. Nurettin, M. Çağlar gibi ses yıldızlarının sololarını hiç kaçırmaz, ezberlerdim onları.
İlkokulu bitirdiğim yıl (galiba 1936), Turgutlu’da bir haneyi (iki katlı, çok odalı bina) kiralayarak Ortaokul açıldı. Kayıt ücretini bin güçlükle temin ederek ortaokula kayıt oldum. İlk sene (ikmal sınavlarına giremediğim için) sınıfta kaldım. Kararım okumamak, çırak girmekti bir iş yerine!
Bunu duyan babam “ya ölürsün, yada okursun” diyince, okula öyle bir sarıldım ki; üç yılda hep iftihar. Kitaplarıma geçerek okul birinciliğini bırakmadım. Bu çalışkanlığım yüzünden, öğretmenler kurulunca, Balıkesir Necati Bey Erkek Muallim Mektebine, sınavsız seçilerek, Bakanlık emriyle öğrenci olarak parasız yatılı alındım. Üç yıllık öğretmen okulunda müzik derslerinde beş’ten fazla not alamazdım; veya vermezlerdi.
Bu yıllar içinde en iyi müzik öğretmenim okulumuzun radyosu idi. İstanbul Radyosu yayınları başlayınca Balıkesir’den zar, zor dinlenebiliyordu. Yat zili öncesi, bilhassa perşembe akşamları, İstanbul Radyosu’nda Müzeyyen Senar hanım neşriyatını dinleyebilmek için nöbetçi öğretmene yalvarır, yakarır baş muavinin odasındaki radyoyu fısıltı halinde açtırır ve M. Senar’ın şarkılarını, onun emsalsiz yorum ve telaffuzu ile mest olurdum. Kulaklarım hep böyle nefis insan ve saz sesleriyle dolup, dolup olurdu. Bu dinleyicilik dönemim 1951 yılına kadar tam tamına yirmisekiz yıl sürdü. Bu yıllar zarfında hep ama hep dinledim. Dinlediğim her sanat ürününü beyin denen Tanrı’nın kompütürüne silinmemek üzere kaydettim.
Öğretmen olunca ilk görev yerim Ağrı’nın Tutak ilçesi oldu. Sonra Yedek Subay okulu ve 23. Dönem Yedek Subay okulunu tamamlayıp İstanbul’a Kıt’aya gittim. Askerliğim süresince İstanbul’un Türk Musikisi yapılan gazinolarda geçti ömrümün tatil zamanları. Bu meyanda devrin ses ve saz üstatlarıyla teker teker tanışma imkanı buldum. Bilhassa Selahattin Pınar , Şerif İçli, Hakkı Derman, Kadri ve İsmail Şençalar kardeşler, Osman Nihat Akın gibi değerlerle saygı, hürmet ve hayranlığımın en yüksek tutkusuyla irtibatlı oldum. Ne kadar satılan nota varsa hepsini satın alıp doldurdum. Ne ses, ne saz için herhangi bir teşebbüsüm olmadı. Çünkü sesim var diyemezdim. Yaşım da ilerlemişti. Bu yaştan sonra bir saz çalmak imkan dışındaydı. Sadece bu işleri yapan hem de üstad derecesinde yapanlara aşk derecesinde saygım nedeniyle hep yanlarında ve yakınlarında oldum.
1947-48 yıllarında, elime tesadüfen bir eski ud geçti. Hiç kimseden ders almadan yığınla tel kopararak ud çalmaya çalıştım. Öyle zamanlar oldu ki, günlük çalışma sürem 8-10 saati buldu. En fazla saz eserleri çalışıyordum. Bir peşrev yada saz semaisi için aylarımı veriyordum. Adım, adım basamak, basamak fakat azimle, güvenle büyük bir tutku ve inatla yolumda ilerledikçe kendime güven geliyordu. Sessiz sedasız bu çalışmalarım 1951 yılına kadar evimizin en kuytu yerinde ve kimseleri tedirgin, rahatsız etmeyecek biçimde sürdü, gitti…
Demirci’de öğretmen idim. 1950 yılı 26 ağustosunda İzmir’de kayınvalidemin evinde geçiriyorduk yaz tatilimizi. O gün gazetelerin manşet başlıkları şöyleydi. Demirci Kasabası Yandı!..
Demirciye gittiğimde evimizin yerini bile bulamadım. Ne var, ne yok bütün ev eşyalarımız yanmış!
Bu yangın nedeniyle Manisa ili emrinden İzmir ili emrine naklimi istedim. 1951 yılında İzmir’e (Kemalpaşa Parsa okuluna) tayin oldum. Her günkü müzik çalışma sürem ve tempom artan bir hızla gelişerek ta İzmir merkezine alınmama kadar eksilmeden sürdü. Artık önüme, konan en zor saz eserlerini bile çalabiliyordum. .
1952 yılında İzmir Radyosu Saz Sanatçılığı sınavı açılmıştı. Girdim ve kazandım. Sabahları okula, öğlenden sonra da Radyoya gidiyordumO zaman yayınlarının tümü canlı yayındı. Her gece 22.00-22:30 yayınıyla Radyo kapanırdı. 5 lira yevmiye ile bazı gün 5-6 yayına giriyor, çok ilkel şartlar içinde sağlığımızı kaybetme pahasına aşkla, şevkle sanat hizmeti veriyorduk. İzmir Radyosunun yayın alanı sadece İzmir Çevresini kapsadığı gibi Kore’den de dinlendiğini Kore’den Radyomuza gelen mektuplardan öğreniyorduk.
Bu dönem (1952-1973) dinleyicilikten çıkıp icracılığa geçiş dönemimdir. Tam yirmi üç yıllık ömrümü, Türk Musikilerinin her türdeki sanat değeri olan eserlerini icra etmekle geçirdim. Bu dönem (1945-1970) yılları, Türk Musikisinin yorumcular yönünden altın devri, hatta platin devridir diyebilirim. On binlerce eser çalınıp, hatta ezberledikten sonra korka, utana beste çalışmalarına başladım. Mesela merhum Orhan Seyfi Orhan’ın “Veda Busesi” isimli daha öğretmen okulundaki öğrencilikle bu yıllarımda defterime yazdığım nefis şiirimi besteledikten 8-10 yıl sonra; ben beste yaptım diye utana, çekine, ortaya çıkardım. Bir anda milyonların diline düşüverdi, bu bestem. Sırayla, “İçimdesin”, “Söylemez mi Bestem?” “Seninle Bir Sonbahar”, “Kimi Dertten İçermiş”, “Yalan Değil”, “Avuçlarımda Hala”, “Kapın Her Çaldıkça”, “Gitmek mi Zor?”, “Madem Küstün”, “Dargın Ayrılmayalım”, “O Ağacın Altı” v.s. bestelerim radyo ile plaklarda ,konserlerde en iyi yorumcular tarafından okunuyor, halkın beğenisine sunuluyor. Halkımız da bu ürünlerimi büyük beğeni ile dillerinden düşürmüyorlardı. Öğretmenliğim sürerken radyodaki saz sanatçılığım da devam ediyor, bu nedenle yasak koyan kişi ve adamlarına tepki de bulamıyordum. Zira bir satır yazıyla işime son verebilirlerdi. Çoluk çocuğun rızkına mani olabilmeleri işten bile değildi, bu sanat çetesinin.
1970 nisanında öğretmenlikten emekli olunca sendikalar sanatçı stüdyosunda daha özgürce çalışma imkanı bulduğumda bu sanatçı çetesiyle açık bir savaşa girdim. Ürünlerimin milletime neden, hangi engeller yüzünden ulaşamadığını, kimlerin ve hangi sebeplerden engel olduklarını basın yoluyla yüce Türk milletine duyurmaya başlayınca arı yuvasına çomak sokmuş olduğumu fark ettim. 13 Ağustos 1973 Pazartesi günü yaz tatili radyoya dönüşümüzde “Hizmetinize ihtiyaç yoktur…” diye bir Ankara Müzik Dairesi Başkanlığı yazısıyla 23 yıllık ömrümü verdiğim çileli ve ilkel radyomuzdan ayrıldım. İş mahkemesine dava açtım ve T.R.T. tazminat ödemeye mahkum oldu. Maddi hak ve kıdem tazminatımı T.R.T.’den icra yoluyla tahsil ettim. Ne radyoya döndüm ne de içinde radyo var diye on yıl süreyle, radyo binası yıkılıp Karamanlar’a taşınıncaya kadar fuarın kapısından içeriye girmedim.
İşte bu ortamda ruh haletimi dile getirecek bir beste çalışması yaptım. Bu bestemin adı “Hele bir düşte gör” idi. Nesrin Sipahi TV’de okudu büyük yankılar yaptı. Sayın Vehbi Koç bana uzunca bir mektup yazarak bu bestemi çok beğendiğini ve aziz dostu Orgeneral Mustafa Muğlalı Paşa’nın hayatını dile getirdiğini, bu yüzden tebriklerini belirtiyordu.
Rast makamındaki bu beste, güftem şöyle başlıyordu.
Hele bir düşte gör, düşte gör bir an.
Bulunmaz inan ki, hal hatır soran!..
Sen düşmanlarından görmediğini,
Görürsün en canın, en yakınından!..
Kader bu, söyleyin, ne gelir elden?
Düşenin dostu olmazmış, ezelden!
Hep dost, dost diyerek o yandıkların
Aramaz olurlar, inandıkların;
Kara günlerinde yüz çevirirler,
Canın içinde can saydıkların.
Kader bu, söyleyin, ne gelir elden?
Düşenin dostu olmazmış, ezelden!
İyi gün dostları hep tümen, tümen.
Hele düş tekini bulamazsın sen!..
Allah’ım verdiğin, şu aziz canı,
Alıver kimseye muhtaç etmeden.
Kader bu söyleyin ne gelir elden?
Düşenin dostu olmazmış ezelden!..
1973’de ayrıldığım radyonun kapısına yıllarca uğramadım. Bu yıllarda arebesk denen müzik türü ve ürünleri toplumu sarıverdi. Bunda en büyük günah kanaatimce T.R.T. kurumudur. Nedeni halkın müzik sevgi ve zevkine uygun eserlere, eser verenlere uygulanan işlemlerin gerçekte hasede çekemezliğe, kıskançlığa dayanan tutum kurul üyelerinin davranışları neticesinde doğmuştur. Türk Sanat Müziği için de, Halk Müziği için de geçerlidir bu inancım.
Plak ve kaset üreticileri de arebesk ürünlere yönelince bizim ürünlerimiz halka intikali hemen hemen hiçe indi.
Ben bu döneme ait duygu ve yaşantılarımı yazılarımdan ziyade bestelerimle anlatmaya çalışacağım.
Her güfte ve bestemin yorumunu dinleyenlere bırakıyorum.
Hüzzam bir eser;
Bir lokma, bir hırka ile yetindim
Ne gökte, dolaştım, ne yere indim;
Her neyi sevdimse gönülden sevdim.
Bir ömür yitirdim, güldüm diyemem,
Hayatın zevkini sürdüm diyemem.
Gönül zenginliğim para etmedi,
İçimde heyecan sevgi bitmedi,
Çok şükür itibar elden gitmedi!..
Bir ömür yitirdim, güldüm diyemem,
Hayatın zevkini sürdüm diyemem.
Beste-Güfte: Yusuf NALKESEN
Bu dizelerle neler, neler anlattığımın takdirini, saygıdeğer sevenlerimin yorumuna bırakırken, zaman içinde gördüğüm arkadan vurmalar, kalleşlikler, gayri samimiyetsizlikler, çok yüzlülükler yüzünden duyduğum acıları aşağıdaki hicaz bestemde şöyle dile getirmişim.
DEVRANA SİTEM
-1-
Olmadı ömrümce yüksekte gözüm,
Dolmadı hasetle, fesatla özüm.
Gülmedi gitti hiç, gülmedi yüzüm,
Devrana küsmüşüm, darılmışım ben,
Dost bilip düşmana sarılmışım ben!..
-2-
Ne yolum şaşırıp şeytana uydum,
Ne sağı taşladım, ne solu vurdum.
Hamd ile şükürle avundum durdum.
Devrana küsmüşüm, darılmışım ben,
Dost sanıp düşmana sarılmışım ben!
-3-
Dost bilme her yüze güleni tanı,
Namertler sarmış hep, sarmış her yanı,
Arkadan vurur en canı insanı,
Devrana küsmüşüm, darılmışım ben,
Dost sanıp, düşmana sarılmışım ben!
Bu beste, güftemi Mediha Şen plaklara okumuştur.
Seveni milyonlar, kıskananı da boş bir ortamda şer ile uğraşmaktan beni alıkoyan, men eden bir gücün, kudretin emirlerine uyarak kabuğuma çekildim. Sadece Allah’ıma sığındım. Yıllarımın bir bölümü de böyle bitti.
Bu duygular içinde;
“Çektim el eteğimi, tüm nimetlerden,
Kaçmaya çalıştım musibetlerden,
En büyük silleyi, darbeyi yedim,
Yüzüme dost gibi görünenlerden,
Dünya bu insanı güler, ağlatır…
Bir düşmez, bir kalkmaz yüce Allah’tır!..” dedim dizelerimde.
Sonra soğuk bir şubat günü öğleden sonra tek başıma olduğum yuvamda daldığım tatlı bir uykudan beni uyandıran bir güç, sanki bana eline kalemi al ve yaz dedi. Ben de kalemi aldım yazdım. Her şeyi, herkesi affet diyordu o güç bana.
-1-
Gönlümü kıran da, yaralayan da,
Yılda birkaç satır karalayan da,
Kapımı çalan da, aralayan da,
Dost, düşman cümlesi sağolsun bir bir,
Ben Hak’ka sığındım, Allah Kerim’dir!..
-2-
Sevgisi hasede bürünenlerin,
Yüzüme dost gibi görünenlerin,
Alçalıp yerlerde sürünenlerin,
Dost, düşman cümlesi sağolsun bir bir,
Ben Hak’ka sığındım, Allah Kerim’dir!..
-3-
Kuyumu kazanlar bundan bıkmadı,
Arkamdan vuranlar beni yıkmadı,
Sevenler bana hiç sahip çıkmadı,
Dost, düşman cümlesi sağolsun bir bir,
Ben Hak’ka sığındım, Allah Kerim’dir!..
Diyerek, bana yazdırılan bu mısraların bestesini de yaparak, kendimi sevenlere biraz daha açmış, açıklamış oldum sanıyorum.
Yine bu günlerin gerçekliliği içindeki karamsarlığımla şöyle demişim.
Yemedim zerrece ne haram ne hak,
Etmedim riyakarlara ittihak.
Olmadı kimsenin varında gözüm,
Yaşadım çok şükür alnım, yüzüm ak!
1985 yılı ortalarında Kültür Bakanlığı, Devlet Klasik Türk Musikisi Korosunu kurunca bana sahip çıkarak müzik uzmanlığı verdi. 5 yıldır bu müstesna ve nezih kuruluşta görevliyim. Bu vesile ile sevenler bana sahip çıkmış oldu. Biraz da kusurlarımı sıralamak istiyorum. Ömrüm boyunca güneşi üstüme doğdurmadım. Alkolle başım hiç hoş olmadı. Ne ağzıma aldım ne alanlarla gerçek manada dost oldum. Gece hayatım hiç olmadı. Mecburiyetler dışında gazinolara gittiğimi hatırlamıyorum! Yalan, riya, tabasbus (yaltaklanma) en tiksindiğim şeylerdir! Dedikodu ve gıybet nefretlerimin en büyüğünü doğurmuştur.
Her zaman hamdetmiş, şükretmişimdir. Kimsenin ne varında, ne yoğunda, ne yerinde, ne mevkiinde gözüm olmuştur.
“Ben hak yolunda bir kulum,
Çok gördüm, kullardan zulüm,
Dilemedim hasma ölüm,
Her ne varsa Hak’ta vardır
Sığındığım tek Allah’tır!..” demişimdir hep.
Ne arabam, yatım oldu,
Ne yazlığım katım oldu,
Hamd olsun yüce Rabbime,
Yüzüm ak hayatım oldu.
Böyle bir maddi olanaklar içinde geçirdim ömrümü.
Hasetlere hedef oldum,
Az mı arkamdan vuruldum!...
Nice ihanetler gördüm,
Her ne varsa Hak’ta vardır
Sığındığım tek Allah’tır!.
Huzuru, sükunu, iç ferahlığını ancak O’na gönülden inananlar duyabilirler. Ben hep öyle yaptım.
1948 yılı 10 ağustosunda Meliha Nalkesen’le kurduğum yuvamın ilk yavrusu İnci isimli kızımız odu. Sonra Süleyman Kimya Mühendisi oldu, Ebru Cumhuriyet Kız Meslek Lisesini bitirdi. On yıl kadar Tariş’te memuriyet yaptı. 1989 yılında devlet korosu ses sanatçılığı sınavlarını kazanarak Kültür Bakanlığı İzmir Devlet Klasik Türk Musikisi Korosu elemanı oldu. En küçük oğlum Selçuk Akşam Ticaret Lisesi son sınıfındayken askere giderek tahsilini tamamlayamadı. İnci Gümrük ve Tekel Bakanlığı İzmir Teşkilatı’nda gümrük kimyahanesi baş kimyageriyken 22 Şubat 1982 yılının Pazar akşamı saat 17:00 sıralarında Yüce Allah’ın melekleri arasına katılmak üzere bu alemden ayrıldı. Evimiz, yuvamız yanmış yıkılmıştı. Bir ateş düşmüştü ocağımıza. Yavrumu Karşıyaka Soğukkuyu kabristanına defnettik. Onun aziz ruhuna ithafen;
Elim sustu, telim sustu, dil sustu…
Tanrı bize ya darıldı, ya küstü?..
Bir ateşle öylesine yaktı ki?..
Bülbül sustu, güller sustu, dal sustu!..
Diyen hicaz bestemi yaptım. Birinci ölüm yılında, Dr. Alâeddin Yavaşça İzmir Kültür Sarayı’nda İnci’mizin aziz ruhuna ithafen yazıp bestelediğim Hicaz Kasidemi okudu.
“Takdiri ilahi dizi dizidir.
Her kula ayrı bir yazı yazılır.”
Mısralarını, Bülbül hoca olarak ün yapan İsmail Doruk hocaya televizyonda defalarca okutarak Müslüman kardeşlerimize armağan ettim. Bu büyük ve tarifsiz acımız Yaradan’ımıza sığınarak, ondan sabır ve metanet dileyerek huzuruna erişmeyi başarabildim. Artık yolum Yüce Allah yolu! Zikrim, fikrim hep var edenimiz oldu. O’nun nur’lu yolu, yuvamızdaki karanlığı aydınlığa tebdil eyledi. Hamd olsun Allah’ımıza!
Tasavvuf bana şifa oldu. Ben aracı oldum, ürünler doğdu. Beni kim bilir ne zamana kadar yaşatacak. Bu ürünlerim için Allah’ıma hamdediyor, şükrediyorum.
Öteye yolculuğum başlayabilir her an,
Tanrım, sana dönüşüm olsun en güzel yoldan!..
Dilerim eyle beni bağışladığın Kul’dan
Rabbim sana dönüşüm olsun en güzel yoldan!..
Diyor ve son vasiyetimi yazıyorum!
Arayanlar kolay bulsun!..
Bir Fatiha’cık okusun!..
Defin yerim Soğukkuyu,
Kızımın yanında osun!
Kimseye kırgın, küskün değilim, her şeyi yüce Allah’ıma havale ediyorum!
Benim de içimde ateşler yandı.
Kimseye ne dedim, ne diyeceğim!..
En uzun uykumda tüm dertlerimi,
Konduğum toprağa söyleyeceğim!..
Yusuf NALKESEN
21.10.1990 22:45 Pazar kendimi anlattım.
Benden, beni anlatmamı isteyerek bu satırların yazılmasına vesile olan Dost, Kardeş, Sevgili Uğur Gür Beyefendiye en kalbi şükranlarımı sunar alnından öperim.
Yusuf NALKESEN
Editör'ün notu: Bu yazı Yusuf Nalkesen tarafından 21 Ekim 1990 Pazar günü kalem alınmıştır
.
Kaynak:http://www.ntvmsnbc.com
Portreler