Yazılar
Hatıralar ve ötesi…Sayı: - 30.12.2005
Sene: 1932… Trabzon’dayım.
İş Bankası şubesinin kambiyo muamelatını tedvir vazifesiyle 1931 yılı, Eylül ayı başından beri bu şehirde yaşamakta olanlar arasındayım… Trabzon hiç şüphe yok ki, Karadeniz sahillerinin en güzel bir şehri. Fakat ne yazık ki, her türlü atılış ve zamana uyuş hamlesini, diğer vilayetlerimize kıyasen, yarım asır ve hatta daha da fazla bir zaman ölçüsü ile geriden takip etmekte olan bir belde! Her nedense, bir türlü içinden sıyrılamadığı koyu bir fanatizmin pençesinde! Erkekleri, sıkışmış bir ruh bunalımı içersinde kıvranmakta; kadınları ise, el’an siyah çarşafın, kalın peçenin altında birer güngörmez esire gibi…
Ve işte, bendeniz de o yıllarda, İstanbul’un Göztepe gibi bir cennet saadetli semtinde bir banka memuruyum…
Şehirdeki günler, haftalar ve hatta aylar hep aynı yaşantının ritmi içersinde geçmekte. Şu var ki, Cenabı Hak bu beldeye, bütün o mutaassıp havasına rağmen, fikren çok uyanık, çok olgun bin gençlik zümresi ihsan buyurmuş. Onlar, fıtraten uyanık doğmuş o çocuklarda olmazsa, muhit, asla içinde yaşanılır gibi değil…
Aileden uzak ve bekar olduğum için, pek çoğumuz öğle ve akşam yemeklerimizi meşhur Yeşilyurt Oteli lokantasının temiz salonunda yedikten sonra hemen her gün hepimiz Belediye Bahçesindeki açık hava kahvesinde geniş bir halka teşkil ediyor ve öğle vakitlerinin iki saatlik tatil devrelerini bu bahçede ve çok çeşitli bahisler üzerine görüşmeler ve şakalarla geçiriyor, akşamları da yine aynı yerde buluşmak üzere vazifelerimize dağılıyoruz. Halkayı teşkil edenler arasında yerli ve yabancı, pek çok değerli simalar da var. Mesela, Trabzon’un her bakımdan ender yetiştirdiği gençlerden biri olan Alman Konsolosluk tercümanı Şinasi İmre, Süleyman ve Hakkı Mahir kardeşler, Burhan ve Kenan Oğuzlu biraderler, Yunuszade Tevfik, Paşazade Sezai, tatlı sert Eksper Kemal, Rahmi Sanımer, Şevket Subaşı gibi yerlileriyle; bizler gibi yabancılar arasında da, avukat Reşat, avukat Daniş Koper, neyzen Şevki, piyanist Vedat Zeki, Şeref Muhtar ve yaz aylarında İstanbul’dan birkaç aylığına gelip bu halkaya katılanlar arasında da, şair Fazıl Ahmet, İbrahim Alâeddin, Hasan Saka, Hüsnü Çakır, Nazime Hamami İhsan gibiler de var. Ekseri bu çembere o tarihlerde Trabzon’da avukatlık yapmakta olan Faik Ahmet Barutçu’da iltihak ediyor.
Halkamız ve sohbetlerimiz çok renkli ve çok zengin. Bir ara, teftiş için şehre gelen gümrük müfettişlerinden Celadet İstanbullu’da aramıza katılıyor. Her gün belediye bahçesinde dört kol çengi gibiyiz.
Topluluğumuzun Trabzon’un kültür hayatında yarattığı bur başka yenilik daha var. Hakkı Mahir’in müdürlüğü ve sorumluluğu altında “Akın” adıyla bir de edebi dergi çıkarıyoruz. Hepimiz, dilimiz ve kalemlerimizin kudreti nispetinde bu aylık dergiye yazı vermekteyiz.
Hakkı Mahir, derginin başyazarlığını yapmakta; Şinasi İmre, tatlı üslubu ile Almanya seyahati hatıralarını nakletmekte, Eksper Kemal (Tatlı Sert) imzası altında, şahane esprilerle süslü fıkralar yazmakta; Burhan ve Oğuzlu Kenan kardeşler de aktüaliteyi aks ettirmedeler. Velhasıl hepimiz güçlerimiz dâhilindeki her türlü fikir ve bilgi malzemesini bu derginin sahifelerine taşımaya gayret ediyor ve bunda başarılı da oluyoruz.
Bu zümreden olarak, bir gün, yine parktaki mutat toplantılarımızdan birinde, bilmem hangi ağızdan ortaya şöyle bir fikir atılıyor. Dergi adına, sadece aboneler için bir konser gecesi düzenlenmesini ve bu gece de Batı ve Doğu müziğinden örneklerle, folklor ve oyunlardan müteşekkil bir program sunulmasını ve suretle Trabzon’un monoton hayatı sathında bir dalgalanma yaratılmasını teklif ediyorlar. Hakkı Mahir, bu teklifi makul ve pek yerinde bularak derhal kabul ediyor ve düzenlenecek gecenin Batı müziği kısmı için Paşazade Sezai’yi, Alaturka müzik kısmı programları için de beni vazifelendiriyor.
O akşamdan sonra hemen çalışmalara başlıyoruz. Nihayet 1932 yılı Mayıs ayının, (eğer yanılmıyorsam) 14. gecesi Tüccar Kulübünün geniş salonlarında, şehrin en münevver sınıfına Akın Dergisi mensuplarının hazırlamış olduğu muhteşem bir program sunuluyor. Bu program, Tanrı lûtfu ile o kadar parlak ve o kadar başarılı bir şekilde sunuluyor ki, haber, ertesi sabah şehre bir bomba hızıyla yayılıyor. O gece, bir tesadüf eseri olarak Şark vilayetlerindeki teftişlerinden dönmekte olan Salih Omurtağ Paşa ile bir diğer paşa da, bu konserde hazır bulunuyorlardı. Onların bulunmaları da ayrıca tezahürlere vesile oluyor…
Bu suretle konserin, her türlü tahmin ve tasavvufların fevkindeki muvaffakiyeti, muhitte muazzam bir çalkalanma mevzuu oluyor. Herkes o geceyi konuşuyor. Derginin aboneleri dışında kalmış olan halk sınıfı arasında adeta kaynaşmayı andıran davranışlar seziliyor. Çok haklı olarak onlarda bu programı görüp dinlemek için konserin tekrarlanmasını istiyorlar. Nihayet Vali ve Belediye Başkanı’nın da teklifleri neticesi aynı program birkaç ay sonra ve bu defa Belediye Sineması sahnesinde daha kalabalık bir halk topluluğuna tekrarlanıyor. Netice, yine parlak ve başarılı oluyor. Takdir ve alkış sesleri dakikalarca kubbeyi çınlatıyor, avuçları, elleri yoruyor.
Ve işte sosyal ve kültürel hareketlerin muhitte uyandırdığı geniş alaka ve akisler, benim o zaman kadar gizlemeğe başarılı olduğum musiki aşinalığımı ortaya koymuş oluyor. Gençlik teşekküllerinden çok samimi davetler almama rağmen, bankadaki işlerimin nefes aldırmaması yüzünden, onların hiç birine katılamıyor ve üzüntülere düşüyorum. Bir akşamüzeri, beni Harunzade Hafız, erken saatlerde sinemasına davet ediyor, akşam yemeğini her zaman olduğu gibi Yeşilyurt Lokantasında yedikten sonra erkence sinemanın yolunu tutuyorum. Çok titiz ve meraklı insanlar oldukları için, bir sinemadan başka bir saray bahçesi imişçesine bakımlı ve çiçeklerle süslü olan bahçenin kapısı önünde Hafız’ı beni bekler buluyorum. Selamlaştıktan sonra bahçeye giriyor ve henüz hiç kimsenin bulunmadığı sıra koltuklarından bir diziye girerek oturuyoruz. Hafız’ın yanında, şahsen tanıdığım birkaç genç daha var. Onlar, bize biraz uzakta oturuyorlar. Şuradan, buradan, havadan konuşup şakalaşıyoruz. Bahçenin bütün ampulleri şıkıl şıkıl uyandırılmış, her taraf aydınlık ve rengârenk çiçekler içersinde. Nefeslerimizi okşayan çiçek kokularına, sinema hoparlöründen dinletilen günlük şarkıların sesleri de karışıyor. Gece de hem ılık ve çok güzel. Çalınan şarkılar da hiç fena değil. Hafız’ın tatlı esprileriyle süslü sohbeti de hepsi kadar güzel. Sanki Trabzon’da değil de Göztepe’mdeki dost ve ihvan bahçelerinden birinde gibiyim. Şakalaşmalarımız devam edip dururken bir ara hoparlörden Tamburi Cemil Bey seslenmeye başlıyor. Ben, hemen susuyorum. Onlar da susuyorlar. Plaktan ve kendi elinden Şedaraban Saz Semaisini dinliyoruz. O sesleri ne kadar göreceğim gelmiş olmalı ki, eserlerin ritmine gayr-ı ihtiyari ellerimle iştirak etmeye başlıyorum. Bu sesler az evvelki tahayyülümün üzerinde bir bahar rüzgârı, Çamlıca’dan kopup gelmiş bir Boğaz meltemi gibi esiyor. Huzurla dinliyorum. Fakat karşımdakiler, bendeki bu sükût ve ritme uyuşu tuhaf bir sinsilikle seyrediyorlar. Bir şeyden şüpheleniyorum. Musikinin yarattığı rüyaya kendimi kaptırmış, hayalen gençliğimin içinde geçtiği çiçekli bahçelere doğru akıp gitmişim!
Az sonra plak sona eriyor. Fakat o ne!? Plakta çalmış olan Tambur, yani Cemil Bey, şimdi sazında akort yoklamaları yapıyor! Ve sonra bu sefer de Ferahfeza Saz Semaisini çalmaya başlıyor.
Hayretten gözlerim büyümüş, Hafız’ın yüzüne bakıyor ve tuhaf bir şaşkınlık içersinde “-Yahu! Yukarıda bir şeyler oluyor. Galiba, Tamburi Cemil Bey’in ruhu zuhur etti. İki plak arasındaki akort yoklamalarını işitmedin mi?” diyorum. Hafız tuhaf nazarlarla bana bakarak susuyor. Yanındaki gençlerin yüz hatlarında ise, “-Artık durumu açık etsek mi, etmesek mi?” der gibisinden kararsız bir ifade var. Ben yine Hafız’dan medet umarken O, “Kalk Sabacığım kalk! Gel bakalım benimle de bu işi seninle beraber tahkike çıkalım” diyor.
Hafız önde, ben arkada, bahçenin arka kısmındaki makine dairesine çıkan merdivenleri tırmanıyoruz. Az sonra, kapısından içeriye girdiğim makine dairesinde, amplifikatörün karşısında ve elinde tuttuğu tamburu ile ayakta duran ve bize doğru küçük maviş gözleriyle gülümseyen, başı meşin kasketli, sırtında da balıkçı ceketlerini andıran ceketi ile yaşlı ve kısa boylu bir insanın, bana mahcubane nazarlarla bakarak gülümsediğini görüyorum.
Hayretim o mertebe artıyor ki, Hafıza: “-Yahu bu ne hal, bu ne manzara! Sen beni çıldırtacak mısın? Kim bu Cemil hasletli virtüöz?” diye sesleniyorum. Hafız da, sürprizinin başarılı neticesinden memnun ve şakacı gülüşü ile:”_ İşte bu da bizim Tamburi Cemil’imiz. Bizim meşhur motorcu Fransız Ali’miz!” diyor.
Motorcu Fransız Ali mi? Hem motorcu, hem Fransız ve hem de çok üstün tamburi! Hem tavrı ve hem de çalış ifadesiyle Cemil Bey’den hiçte fark edilmeyen bir Tamburi Cemil Bey dublörü!
O’na yaklaşarak sağ elini tutuyorum. Utanmasam öpeceğim o nasırlı, sert parmaklı eli. Benden çok daha yaşlı olmasına rağmen, bir küçük çocuk kadar masum ve mahcup bir ifadenin gazesine bürünmüş olan yüzüne sevgi ve hayranlıkla bakıyorum. Ve sonra Anadolu’muzun sanat hareketleri yönünden çok ama pek çok kısır kalmış olan şu çorak çölünde doğmuş olduğu için, bütün şu üstün senet yeteneği ve geleceğine rağmen, sırf bir lokma ekmek için motorculuk yaparak hayatını kazanmaya mahkûm olmuş ve fakat aslında üzerinde oturmakta olduğu sanatkârlık tahtından asla haberi olmayan bu büyük insanı kucaklıyor ve öpüyorum.
O tanışma gecemizden sonra, 1934 sonlarındaki Trabzon’dan ayrılışıma kadar, Peguet Vapur Kumpanyasının Acente Motoru Reisliğini yaptığı için kendisine muhitinin Fransız” lakabını takmış oldukları bu melek hasletli insanla, bu üstün duyuştaki sanatkârla, ara sıra buluşmalarımız oluyor. O’nu hemen her seferki karşılaşmamızda, engin bir zevk ve vecd içinde dinliyorum. Türk Musikisini pek o kadar derinlemesine tanımamasına rağmen, icrakârlığındaki kudretle, zamanına erişmiş olduğu bütün eserleri, şarkıları, besteleri, asıllarını hiç tahrif etmeden tam ve mükemmel bir ritim içersinde çalıyor ve bazen da hafif ve pürüzsüz sesiyle sazına refakat edebiliyordu. Sıcak ve samimi olan sesinde engin bir hüzün, tatmin edilememiş arzuların hikâyesi ve şikâyetleri vardı. Çalarken, hele taksimlerini yaparken, göz pınarlarına biriken yaşları gizleyemiyordu. Bir büyük insan, bir üstün sanatkâr, yaşama kaderini ne hazindir ki, Karadeniz’in azgın dalgalarıyla pençeleşmekte bulmuştu.
Trabzon’dan ayrılışımdan bir hayli sene sonra O’nun ölüm haberini aldığım zaman, gizleyemediğim, zapt edemediğim gözyaşlarıma gayr-ı ihtiyari o günlerin hatıraları üzerine uçup gittim. Ve O’nu, yine o yıllardaki evimin mevsim çiçekleriyle süslü odasında, Karadeniz’in içli ve dertli sesiyle bana tamburunu dinletirken buldum.
Editörün Notu:
Sabahaddin Volkan’ın bu anısı ilk kez bestekâr Avni Anıl’ın yönettiği Musiki Mecmuası’nda 1964 yılında ilk şekliyle yayımlandı. Daha sonra Sayın Osman R.Aksu’nun değerli katkılarıyla anının genişletilmiş bu hali Mavi Nota’da yayımlanmak üzere bize gönderildi. Yıllardır arşivimizde duran bu hatıratı Trabzon’un yakın tarihinden çok önemli izler taşıdığı için önemli buluyorum. Tam bir İstanbul Beyefendisi olan ve kaleme aldığı anıları ile yaşadığı yıllarla ilgili çok önemli bilgiler aktaran Sabahaddin Volkan 1989 yılında vefat etmiştir. Kentimizin bir dönem sosyal hayatı ve önemli müzik değerimiz Tamburi Fransız Ali ile ilgili çok değerli bilgiler aktaran bu hatıratı,aramızdan yıllar önce ayrılan bu değerli kişiliğin anısına saygıyla yayımlıyorum.
Bu anısının dili, günümüze göre ağır olduğundan kısmen sadeleştirilmiştir.
Yazıyı Tavsiye Et ♫
Yorumlar
Bu yazıya henüz yorum yapılmadı.
Yorumları okumak yada yorum yazmak için sisteme giriniz.