Yazılar
Günlerden: Saatli Maarif Takvimi; Aşklardan: Yine Hüzün...Sayı: - 06.01.2006
Başlı başına bir zevk ve sosyal bir etkinlikti plâk dinlemek ya da plâk koleksiyonu yapmak. Hatta pikabın başına geçildiği anda başlayan süreç, benim gibi meraklılar için bir “tören” niteliğini bile taşıyabiliyordu: Tellerden yapılmış şık plâk klasöründen plâğı almak, kapağı dikkatle gözden geçirip içinden plâğı çıkartmak, özenle tozunu alıp pikabın (pikabımız, ya ünlü Phılıps ya da Dual HS 130 marka olurdu) plâtosuna yerleştirmek, minicik ama sevimli bir “çıt” sesiyle kolu kaldırıp iğneyi “vinil”in üzerine hafifçe bırakmak, büyük bir zevkle dinledikten sonra yeniden tozunu alıp yerleştirmek ve başkasına uzanmak… Tüm bunlar, müzik dinleme merakının da ötesine uzanan ayrı bir tutkunun parçalarıydı.
Adı hayattı…
Eski hayat, en azından biz öyle dedik.
Ya da eski zamanlar…
Tozlu, puslu, silik görüntüler arasında, hafıza gurbetlerinde, anlık çağrışımlarla eklene, eklene keşfedilen, parlatılan yeni görüntüler…
Alaturka sokağında hayatın, gelip bizi bulan alafranga masallar…
Şerit, şerit filmler…
Bitmeyen ve her seferinde yeniden kurgulanan…
Adı, hayattı. Ya da eski zamanlar…
Biz öyle dedik, yıllar sonra ufka bakıp iç çekerek…
Çekirdek çıtırdatarak düş bahçelerinde…
Yeni keşiflere salarak yüreğimizi…
Kayıp suretlerimizin izini sürerek…
Günlerden: Saatli Maarif Takvimi,
Aşklardan: Yine hüzün, tozlu, puslu, silik görüntüler arasında.
Yani benim, bizim.
Okul yolunda, buluğ çağını, ergenlik dönemini yakalamaya çalışan bir avuç liseli çocuğun.
Affan Dede´ye para sayıp, çocukluğunu satın alanların.
Dünyaya “bir tatlı huzur almaya geldiğini” anımsayanların…
Siyah-beyaz hayatları renklendiren insanların...
Bir masal, evet, içinden şarkılar, siyah-beyaz filmler geçen. Keman sesleriyle, tamburla, fasıllarla sona eren akşamların, geniş bahçelerin serinliğinde geniş yürekleri ve tüm hücreleriyle dünyayı soluyanların, yeni hayatları karşılarken, kapısını, penceresini ardına kadar açanların. Hayalle gerçek arası bir şaşkınlıkta gidişlerin, gelişlerin, dağılıp toparlanışların, hayata uzanışların, yeniden başlayışların.
Bu bir anı, kendi yörüngemizde, yaşam iklimimizde, bizi biz yapan seçimlerin, şahsi tarihimizde “unutulmamak üzere” yerini alan figürlerin.
Eski hayatların içinden geçen renkli anların hikâyesi bu.
Anneannemin, dedemin, komşu hanım teyzelerimin, babamın ve arkadaşlarının. Bizlerin, mahallenin yeni yetme delikanlılarının, her biri ayrı bir yaşam biçimi olan büyüklerinin.
O ağırbaşlı zarif, mütevazı insanların…
Ahbaplarla gidilen yaz sinemalarının, transistorlu radyo günlerinin, anneannemin tel dolabından alınan erimiş ama ekşimemiş tereyağı kokusunun bahçedeki gül kokusuna, fesleğene, sardunyaya, yaseminlere karıştığı bir garip zaman diliminin erimiş ama hiçbir zaman bozulmamış şiirimsi tadının…
Ne de olsa, şarkılar “kaybolan yıllar”ı anlatır, kokular anımsayışları, tatlar duyumsayışları…
“Eski nesil”le “yeni nesil”in buluştuğu bir yol ayrımında kesişiyor bu öykü. Çanak antenler, televizyon vericileri, iletişim kuleleri egemenliğinden önce… Elektrik kabloları arasında elektromanyetik dalgalar derimizin içine işleyip, kaslarımıza, kemiklerimize ve dahi hücremize girmeden, ruhumuzu ele geçirmeden…
Hepsi aynı tornadan çıkmış salatalar, hormonlu domatesler henüz soframızda değilken, zeytinyağları küplerde dinlenirken… Yapıların mimarisi değişmemişken daha, pencereler genişlemeden, banyolara lavabolar, duşa kabinler, jakuziler döşenmeden önce. Vitaminlerden, diyetlerden, doktor gözetiminde ve denetiminde zayıflamalardan, sinir krizlerinden, stres haplarından, “her derde deva” aile psikiyatristlerinden de önce.
Önü hasırlı iri yapılı kocaman, dedemin Greatz marka lambalı radyosuyla hevesle başlarken güne, bazen bir Necip Celal tangosu, bazen Fehmi Ege, Mustafa Şükrü Alpar, Halit Bedii Akçay.
Duygu yüklü kelimeler, soylu ve zarif aşkların, yaralı kalplerin içine sızarken:
“Sevdim bir genç kadını
Ansam onun adını
Her şey beni ona bağlar
Kalbim durmadan ağlar…”
Ya da
“Mazi kalbimde yaradır
Bahtım saçlarından karadır
Beni zaman, zaman ağlatan
İşte bu hazin hatıradır…”
Platonik aşklarındır rüzgârı esen. Seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli diye sürüp giden şarkıların büyük itibar gördüğü, yere mendil düşürülüp ”gönlüm sende” mesajları verilen o buğulu dönem. Hayatında ilk öpüşme sahnesine Esat Mahmut ya da Kerime Nadir romanlarında rastlayan sevgililer (bizim ağabeylerimiz ablalarımızdı onlar) aşktan eriyip biterken, fır dönünce açılan kloş etekler ve kalın tokalı kemerlerde buğulu bir dönemin buğulu güzel çocukları idiler. Aslında onlar tıpkı, Bihter gibi, Aşk-ı Memnu´nun o ateşli kadını ya da Anna Karenina, hepsi aynı yolda, yani hepsi “aşk”ta buluşan bir “nesil”diler.
“Kemanımla ona bir ses verebilseydim eğer
Bu sesimle ona ersem bana dünyaya değer…”
Necip Celal, tangonun o incelikli üstadı, son eserinde tangolu günlere gönderme yaparken, yaşananların bir rüya olduğunu anlatır:
“Geçmiş zaman okur ki hayali cihan değer
Bir an acı duyar insan belki, sevmişse biraz eğer
Anlar ki geçenlerin rüyaymış hepsi meğer
Rüya olsa bile o günlerin hayali cihan değer…”
Evimizin başköşesinin işgal eden, dedemin kocaman lambalı ya da oturduğumuz başöğretmen lojmanının mütevazı odasında önemli bir yeri olan kocaman bataryalı radyomuzdan yükselen fasıl ile evler şenlenir, akide şekerleriyle ağızlar tatlanır, ince belli çay bardaklarında sohbetler demlenirken başlıyordu yaşamımızın serüveni…
Bütün bir dünya küçülüp evimize yatak odamıza girmemişti ama o nereye gidiyorsa, biz de istiyorduk “anasını sattığımın dünyası”ndan. Her şeyi doludizgin yaşamak, eğlenmek ve de tüketmek için takılıyorduk peşine ihtirasla…
Yağmurda dans eden ve şarkı söyleyen adam, avareliğimizin simgesi gibi. Yağmur, su birikintileri, bir çift ayak ve Singing in the Rain…
Ya da
Rakı, beyaz peynir ve Nereden sevdim o zalim kadını…
Ve tabii plaklar… 33´lükler, 45´likler…
Huzurun ve ruhun sessizliğinden geziniş…
Günün her saatinde, yeniden, yeniden dinlenen, her seferinde ruhumuzu esir alan, hücrelerimizi tazeleyen şarkılar…
Vücud ikliminin sultanı sensin
Efendim derdimin dermanı sensin…
Geniş bahçelerde, denize dönük yüzlerde karşılanırdı akşam. Bir günü uğurlarken ille de ikindi sefası gerekliydi, bilirdik. İkindi bahçeyi sulamak, çiçeklerle koklaşmak, çaylar ve şarkılar eşliğinde güle oynaya akşamı karşılamak demekti. Tıpkı günün ilk saatinde sabah kahvelerini yudumlayıp telvelerle yeni hayatların izin sürmek gibi. Bir iç dinginliği, bir ferahlık. Yaseminlerin ya da fesleğenlerin kokusunu çekerken ciğerlere.
İşte en çok o saatlerde dinlenirdi fasıl heyetleri, bunda radyonun payı büyüktü. Radyoyu açan, fasıllarla karşılaşacağını bilirdi. İkindilerde komşularla birlikte hep bir ağızdan söylenen fasıllar hayata ve Tanrı´ya duanın bir parçasıydı.
Tavşankanı çayların demlendiği, iğne oyalı gül desenli masa örtülerinin üzerine keklerin, poğaçaların dizildiği, salçalı ekmeklerin çocuklara ikram edildiği, uyku parasını cebine koyup gelen komşu çocuklarının bütün neşesi ve zıpırlıklarıyla ortak olup bahçelerinde gezindiği bir zaman dilimiydi.
Şarkılara nedense hep hicazla başlanır. Seni sevda çiçeğim, derdimi ummana döktüm asumana inledim, solsan da sararsan da yine gül pembe dehensin söylenir.
Ve hep ezbere bilinir o şarkılar. Sanki kuralmış gibi sırayı bozmadan devam edilir:
Kimseye etmem şikâyet ağlarım ben halime
Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime…
Evet, kimseye de edilmezdi şikâyet, kendimizden başka… Şarkı söylemek, belki de içimizde biriktirdiğimiz o ağırlıklardan kurtuluştu. Günün yorgunluğunu hafifletmek, bir gün daha yaşlanmış olduğumuzu bize hiç hissettirmemek gibi bir sihri vardı.
Herkes nedense hafif tatlı bir sarhoşluk yaşar, komşu bahçelerden istekler gelmeye başlardı, bunu da söyleyin, şunu da söyleyin diyerek…
Akşam inmeye başlarken, hüzün de gelip yerleşecektir çehrelere. Göz kapakları yavaş yavaş kapanırken, gözbebekleri dalarken uzaklara, sesler çatallaşırken, boğazımızda düğümlenirken kelimeler, kıyıya vuran dalgalar içimizi yaralayacaktır. Asude bahar ülkesi´nde gezinecektir yaşlılar, orta yaşlılar Hazan ile geçti Gülşen-i Bostanlar´ı mırıldanacaktır belki. Aşk yarasından muzdarip olanlar, o amansız karasevda romanları tutkunları, Gülşen-i Hüsnüne Kimler Varıyor´u söyleyerek efkâr dağıtacaklardır büyük olasılıkla…
Evet, akşam nihaventle gelir. Hüzzamla gelir. İkisinin de payı büyüktür akşam hüzünlerinde. Hüzzamlar sarsıcıdır belki ama kimi hüzzamlar da neşenin başlangıcı olmuşlardır.
“Komşu aç kapıyı, bahçene fasıl geldi, buyur et içeri…” diyen hafif sitemkâr seslere kulak vermemek olası mı?
Çünkü…
Bütün kapılar açılmalı ardına kadar…
Bütün pencereler…
Şarkılar, fasıllar evlere dolmalı…
Bu çağrıya kulak vermeli…
Hanendelerin, çağlayanlar gibi akışına…
Akşam huzurla karşılanmalı…
Yemek yokmuş ne gam, huzur var ya…
Ve nihayet… Öpüşürken iki âşık gibi mehtapla deniz akşam olurdu… Günün minesi solardı, ama ruhumuzun aydınlığı vururdu geceye.
Gece, biz uyurken şarkı söylerdi…
Günlerden: Saatli Maarif Takvimi
Aşklardan: Yine hüzün yaşanırdı.
Müfit Semih Baylan
Editör
Yazıyı Tavsiye Et ♫
Yorumlar
Bu yazıya henüz yorum yapılmadı.
Yorumları okumak yada yorum yazmak için sisteme giriniz.