♪
Kültür bakanlığı sınavında. Ankara thm koro şefi kızını aldı. Urfa korusu şefi kayın biraderini aldı. İstanbul korosu şefi oğlu ve yeğenini aldı. ilginizi çekerse detay verebilirim
ttnet arena - 09.07.2024
♪
Cumhuriyetimizin kurucusu ulu önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarını saygı ve minnetle anarken, ülkemiz Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 100. yılını en coşkun ifadelerle kutluyoruz.
Mavi Nota - 28.10.2023
♪
Anadolu Güzel Sanatlar Liseleri Müzik Bölümlerinin Eğitim Programları Sorunları
Gülşah Sargın Kaptaş - 28.10.2023
♪
GEÇMİŞ OLSUN TÜRKİYE!
Mavi Nota - 07.02.2023
♪
30 yıl sonra karşılaşmak çok güzel Kurtuluş, teveccüh etmişsin çok teşekkür ederim. Nerelerdesin? Bilgi verirsen sevinirim, selamlar, sevgiler.
M.Semih Baylan - 08.01.2023
♪
Değerli Müfit hocama en içten sevgi saygılarımı iletin lütfen .Üniversite yıllarımda özel radyo yayıncılığı yaptım.1994 yılında derginin bu daldaki ödülüne layık görülmüştüm evde yıllar sonra plaketi buldum hadi bir internetten arayayım dediğimde ikinci büyük şoku yaşadım 1994 de verdiği ödülü değerli hocam arşivinde fotoğraf larımız ile yayınlamaya devam ediyor.ne büyük bir emek emeği geçen herkese en derin saygılarımı sunarım.Ne olur hocamın ellerinden benim için öpün.
Kurtuluş Çelebi - 07.01.2023
♪
18. yılımız kutlu olsun
Mavi Nota - 24.11.2022
♪
Biliyorum Cüneyt bey, yazımda da böyle bir şey demedim zaten.
editör - 20.11.2022
♪
sayın müfit bey bilgilerinizi kontrol edi 6440 sayılı cso kurulrş kanununda 4 b diye bir tanım yoktur
CÜNEYT BALKIZ - 15.11.2022
♪
Sayın Cüneyt Balkız, yazımda öncelikle bütün 4B’li sanatçıların kadroya alınmaları hususunu önemle belirtirken, bundan sonra orkestraları 6940 sayılı CSO kanunu kapsamında, DOB ve DT’de kendi kuruluş yasasına, diğer toplulukların da kendi yönetmeliklerine göre alımların gerçekleştirilmesi konusuna da önemle dikkat çektim!
editör - 13.11.2022
İngiltere tohum atıyor:
İngiliz burjuvasının, her türden toplumsal muhalefeti etkisizleştirmek için her türlü yolu denediği 1976 yazında, bu toplumun yeni bir politik ya da kültürel patlamaya gebe olduğunu anlamak hiç de zor değildi. Birbirinin peşisıra düzenlenen Sex Pistols gösterileri, kısa sürede politik bir nitelik kazandığında, meydana gelen kavgalarla tüm basının ilgi odağı haline gelip, kavgalardaki ciddi yaralanma olayları da, insanlar arasında kolektif bilincin hareketlenmesine neden oluyordu. Londra çevresinde oluşan ve başlangıçta birbirleri arasında sıkı bir ortak payda bulunmayan gençlik grupları, gitgide yeni bir anlayış altında toparlanmaya başladılar. Fakat bu anlayışın tek bir esin kaynağı yoktu. Bir kısmı David Bowie, Iggy Pop ve Velvet Underground’dan etkilenirken –ki bu isimler bu nedenle sonradan Proto-Punk olarak adlandırılıyorlar- bir başka kesimin R&B gruplarından, hatta çok azının da soul ve reggae’den hareket ettiğini söylemek mümkün. Bu farklı formatların hepsini içinde barındıran alt kültürün müzik grupları, referans aldıkları yerlere göre, birbirlerinden görece farklı müzikal yapılar ortaya koydular. Punk adı altında bu garip ve eklektik yan yana geliş, kendini yalnızca müzikal yapıda değil giyim kuşam ve modada da gösteriyordu. Bu tarihsel yan yana geliş, mantığını sürrealist kolajlardan, nesnelerini de savaş sonrası alt-kültürlerin fetişlerinden seçiyordu. Bu arada bu karşı kültür rönesansının en büyük şansı da Dada gibi bir babaya sahip olmasıdır.
Bir müzikal tanım olarak Punk-Rock ve başlangıçta onun bir alt başlığı olan New Wave, Londra’da Sex Pistols ve Clash’in New York’ta Patti Simith ve Ramones gibi grupların erken gelişen anahtar kimlikleri altında, geleneksel rock kalıplarının enerjik ve içsel patlamalarının, olduğundan daha gösterişli sunumları biçiminde ortaya çıktı. Bu hızlandırılmış bir tempo, uzatılmış ya da kısaltılmış aranje parçalar, yabancılaştırılmış şarkı sözleri şeklinde kendini gösteren, bir nevi rock’ın ilk köklerine geri dönüştü. Ne var ki, New Wave tanımı Punk-Rock’ı da çevreler ancak bu iki tanım eşanlamlı değildir. Bilinen yaygın anlamında ise özellikle İngiltere’de, Post-Punk hareket, New Wave idi.
1976 Eylül’ünün kavurucu sıcağında, bin kadar hayran grubu, Londra’nın ilk Punk-Rock festivaline, yedi yeni grubu hatta hepsinden de ziyade Sex Pistols’u görmeye geldiler. Bu festivalin yarattığı sansasyon, kısa sürede çığ gibi büyüdü. Marquee Club gitgide daha da dolmaya başlıyor, bazı New Wave ve Punk-Rock gruplarının gecede iki kez çaldıkları oluyordu. Tüm bu gruplar başlangıçta piyasa ağına girmeme niyetiyle ve medyanın tanıtım araçlarıyla aralarına kalın duvarlar örme çabasıyla, büyük konser salonlarında çalmayacaklardı. Bunun bilinen nedenleri arasında en önde geleni, yeni kuşağın yarı-politik, artistik ve duygusal bir nefret potansiyeline sahip olmasıdır. Bu birikim, ellerindeki yegane güçtü denebilir. Medyalar tarafından değil, teenage müzisyenlerin geleneğin içinden seçerek elde ettikleri kendi seleksiyonları tarafından yaratılmışlardı. Kelimenin tam anlamıyla küçük burjuva radikal tepkiciliği idiler ve bunun başlangıç niyeti olarak, pekala bir anti-popülerite olduğu söylenebilir. Punk ve New Wave kendileri açısından nefret potansiyellerinin doğurduğu, geçilmemesi gereken bir atılımdı.
1977 yılında punk çevresi basında sürekli olarak aşağılandı, çeşitli hoş olmayan isimlendirmelere maruz kaldı. Basın onlar hakkında küçük düşürücü tüm malzemeyi kullandı. Kamuoyu, punk’çıların kurum karşıtı düşüncelerine karşı, onlara tavır almaya sevk edildi. Daha da kötüsü onların hareketleri ve amblemleri nazizmle aynı kefeye kondu. Tüm bu olanlara karşın, punk’çılar ne yazık ki, para yardımı için hükümete başvurmak gibi bir hatayı işlediler. Bu noktada 1967’nin hippy’leri ile bazı paralellikler taşıyan punklar, onlardan on yıl sonra, buldukları boş evleri işgal ederek yaşıyorlar ve bu da basında onların yaşam standartları hakkındaki fütursuzca eleştirilerin kaynağı haline geliyordu. Basında kendileri hakkında bir şey okuyan her punk gönüllüsü, her defasında hayal kırıklığına uğramasına karşın, onların geleceği açısından, çok kısa bir süre sonra bu tartışmalar gerçekliğini yitirecekti. Punklar hakkındaki tüm uydurma ve yalan edebiyatı, gerçek olmadığı ölçüde yerini gitgide daha ihtiyatlı ve çok düşmanca olmayan yazılara bırakıyordu. Gerçekte olan ise tüm bu lekeleme kampanyasının, punk akımını pek fazla zedelemediği idi. Çünkü, bu kampanya küçük küçük karşı çıkışlardan oluşuyordu. Bütüncül ve tam olarak belirlenmiş bir hedefi yoktu. Basının onlara yönelttiği hatalı analizlerin arasından, İngiliz Punk-Rock ve New Wave’i özellikle 1979’da kendi kahramanlarını yaratmış olarak tam bir yükseliş dönemi yaşıyordu. İngiliz Punk ve New Wave’ini Sex Pistols ile başlatmak artık gelenekselleşmiştir. Önemli derecede nefret potansiyeline sahip fakat bunu tamamen bireysel ve nihilistik boyutta dile getirerek yoğun bir karamsarlığı döken Punk prototipinin Johnny Rotten olduğunu söylemek artık gereksiz. Nefretleri, muhafazakar aile düzeni ve İngiliz değer yargılarına yönelmişti. Örneğin Sex Pistols’un ‘Anarchy in the U.K.’ ve ‘God Save the Queen’ adlı parçalarına baktığımızda, kutsal olarak bilinen her değer yargısına karşı bir aforizmanın güçlü varlığını hemen hissederiz. İngiliz toplumunun bu çok özel lümpenlerinin yaşamsal kavrayışlarını tam olarak dile getiren bu iki parça bugün bu müzikal alt kültürün başyapıtları arasındadır.
The Jam, her ne kadar Punk grubu olarak kabul edilse de, pek çoklarınca onlar ‘punk haini’derler. Nedeni The Jam’ın diğer grupların tersine bir davranışla, büyük plak şirketleriyle çalışmasıdır. Kısa ömürlü olan bu grup, zaten yakın bir gelecekte adıyla birlikte bazı üyelerini de değiştiriyor ve Style Council adını alıyordu.
Punk’ın reggae’ye gönül veren bir başka grubu da 1977’de dört genç kız tarafından kurulan The Slitz’dir. ‘Number One Enemy’ adlı parçalarıyla, kalıcılık sınavından geçen not alıyorlar. Sırasıyla İngiltere’de Punk-Rock ve New Wave akımının ilk önemli örnekleri arasında The Dammed, The Stranglers, Buzzcocks, Generation X (vs.), zamanlarında fırtına gibi eserek ‘tarihsel görev’lerini tamamlarlar.
80’lerin ilk üç yılında İngiliz müzisyenleri, geçen on yılın Glam ve Punk patlamaları kadar güçlü yenilikler meydana getirdiler. Punk mirasyedileri, yol ayrımından ikiye ayrılıyorlardı. Birinci gruptakiler, yetmişlerin getirdiği yeniliklerin aydınlatıcılığı altında, 80’lerin soundunu parlak bir kompüter çağı olarak adlandırtan New Romantics –Yeni romantikler- ve elektronik New Wave idi. İkinci grupta ise, arayışlarını daha geleneksel enstrümanlar ve toplumsal modlar üzerine kuran gruplar yer alıyordu.
İlk gruptakiler, bir mod rönesansı ve doğrusal bir çizgi halinde gelişmekte olan mirasın, yeni teknolojik olanaklar ve kayıt teknikleri yardımıyla, daha üst seviyede icrasının olabilirliğinin ispatına örnektirler.
Yeni olanakların paralelinde fazlalıklardan arınma, minimazile olma mantığını getirdi. Örneğin, gitarın egemenliğine son verilirken, ritm+solo+ritm şeklinde bilinen klasik rock kalıbı da kırılıyordu. Hatta solo anlayışı bazen tamamen ortadan kalkıyordu. Depeche Mode, Eurythmics, Human League, Soft Cell gibi bazı elektronik New Wave grupları için, grupta davul, bas ve gitara gerek de yoktu. Davul yerini Drum Machine’e bırakırken, diğerlerinin yerini de binlerce sesi verebilme olanağına sahip keyboard’lar doldurabilirdi. Bu anlayışın ilk ürünlerinden olan Depeche Mode, elektronik New Wave startı verildiğinde, farklılıklarını hemen ortaya koyarak, özellikle giyinişleriyle öne çıkıyorlardı. Müzikteki bu önemli değişikliklere bağlı olarak, dış görünüm de aynı kalmıyor, uzun saç ve sakalıyla, bakımsız ve uyuşturucu bağımlısı idol tipi, bakımlı cilt, kısa saç ve anti-drug bir tiple yer değiştiriyordu. Eskiye oranla daha bir normalite amaçlanarak, küçük burjuvazinin yukarı bakan yüzü, düzene uygun bir görüntü veriyordu. Dikkatle hazırlanmış, elektronik çağına uygun modern giyim, erkekleri kız gibi gösteriyor –ya da unisex bir tarz- ve bu dramatik davranış tarzı, günümüz pop gruplarının da genel kreasyonunu belirliyordu.
Elektronik New Wave’nin ilk temel biçimleri, ritm ve melodiyi hazırlayan Synthesizer’ların üzerine, olabildiğince duru, temiz ve pürüzsüz bir vokal bindirilmesiyle oluşuyordu. Aynı çizgide ortaya çıkan gruplardan bir kısmı giderek kabuk değiştiriyor, New Wave’i rock, caz, gotik, pop, blues ve fusion halinde sunuyorlardı. Örneğin ‘Sweet Dreams are Made of This’ ile çıkış yaptığında Eurythmics, elektronik, elektronik New Wave’in temel taşlarını, tipik formlarını oluştururken; sonradan davul, bas ve gitarı sınırlı miktarlarda müziğe ilave ederek, New Wave Rock örnekleri verdi. Bu fusion’u başlangıçta elde edenler de vardı. Joe Jackson, Prefah Sprout, Rainbirds Pop-Jazz New Wave’ine, Talk Talk ve Carmel New Wave Blues’a Dead Can Dance, Gothic New Wave’e örnek olarak gösterilebilir…vs. 80-90 arasındaki on yılda, yeni teknik olanakların adım atabildiği kadar bu müzik de gelişip serpildi. Çağdaş popüler müzik tarihinin önemli bir decade’i oldu. Fakat bu süre içinde İngiltere’de New Wave yalnızca bu hat üzerinden gelişmedi. Duran Duran, Spandau Ballet, Culture Club gibi gruplar, elektronik dans müziğinin kendi kolektif köklerine bağlanıp kalırlarken, ikinci grubu oluşturan ve bir başka koldan gelişen, geleneksel enstrümanlarla yaratılan farklı atmosferleriyle dikkat çeken U2, Echo and the Bunnymen, Simple Minds, The Cure gibileri, Punk Rock’ın mirasını daha doğru bir şekilde kullanarak kalıcılıklarını garantilediler.
İyi niyetli bir çıkış yapan Souxsie and the Banshees, kendini uzun süreçte piyasa marjının dışında tutmayı beceremezken, 80’lerin gelip geçici moda alışkanlıklarına gelip dayanıyor; tek plakla zirveyi bulan Jesus and the Mary Chain, Gothic,-rock şemsiyesi atında, New Wave’in gitar kökenli genç gruplarına yeni kapılar açıyordu.
Çok önemli bir nokta şudur: Her şeye karşın İngiltere’nin Punk-New Wave gruplarının çoğunluğu, radikal sol bir tabana dayanırken, bu konuda ayrıksı kalan az sayıdaki bazı gruplar da yok değildi. Örneğin 70’lerin sonlarında The Police, nükleer başlıklı füzeleri onaylaması ve Amerikan taraftarlığı ile meslektaşlarından ve bazı çevrelerden tepki alıyordu. Bir başka örnek de M. Thatcher eleştirisini aristokrasi cephesinden yapan The Smiths’in ırkçı temalarıdır.
Bir özerklik alanı Amira ya da New Wave New York’ta çalınır
Eğer aradaki birkaç figürün –Bowie yada Reed gibi- etkileşimini saymazsak, amerikan New Wave’inin, İngiltere’dekinden oldukça bağımsız bir biçimde –hatta biraz da önce- ortaya çıktığını ve önemli farklar arz ettiğini söyleyebiliriz. En belirgin fark da, İngiliz Punk ve New Wave grupları daha alt sınıflardan gelen kişilerden oluşmuş ve bir sokak kültürü söylemi yaratmışlarken, Amerikan grupları, İngilizlerin aksine, daha genel kabul gören Art School hareketine sırtını dayıyordu. Rock şairi diye ortaya çıkan Patti Smith’in konserlerinde Rimbaud şiirleri okuması, romantik modernizmin ‘Thin White Duke’ü Bowie’nin W. Burrough şiirlerini kolaj gibi kullanarak metamorfoza uğratıp şarkı yapması, Richard Hell’in Leutreamont’tan referans alması ancak bununla açıklanabiliyor. Ayırt edici özellik bu noktada olunca, birinin politik oluşu, diğerinin bu etkiden uzaklaşarak yüksek kültüre göz kapması anlaşabilirlik kazanıyordu.
Ressam, şair ve oyun yazarı Patti Smith, bir garage grubunda çalan rock eleştirmeni Lenny Kaye ile buluştuğunda, kafasında tüm potansiyelini ortaya koyarak, ilk Punk-New Wave plağını piyasaya çıkarmak gibi bir kaygıyı taşıyordu. Üstelik şimdiye değin erkeklerin üstlendiği rock müzisyenliği de, kadınca bir başarının da olabilirliği iddiasındaydı. Bu plak 1975’te John Cale’nin prodüktörlüğünde gerçekleşen ‘Horses’ oldu. Grubun icrası ilkeldi ama Smith’in başkaldırı şiirleri ve Jagger’vari vokal manierizmi ile birlikte çok iyi işliyordu. Bir şair ve eleştirmenin 60’ların garajı ve 50’lerin Rock’nRoll ritmlerini kullanarak gürültü yapması ne kadar saygıya değer bilinmez ama bilinen şu ki ‘Horses’ın açılışındaki gibi benzersiz liriklerle Patti Smith’in bakir bir alana hakkıyla oturduğudur. ‘Horses’ bir dans hareketliliği içinde, adı psycho-seksüel bir imaj taşırken ‘Gloria’ ve ‘Land of Looo Dances’ adlı parçalar, şamanik etkisi ve içten bir söyleme tarzıyla denilebilir ki Patti Smith’in tüm özgürlük anlayışını bu klasik parçalar içinde taşıyor.
New York’un aydın çevrelerinden gelen New Wave’ciler arasında Pere Ubu ve Talking Heads’ın yeri çok özeldir. Pere Ubu’nun müziği, entelektüelce bir kontrolun altındaki farklılaşmış şarkı yapıları, endüstriyel seslerin yardımıyla kurulmuş altyapı ve analitik vokeller son derece açıkgöz şarkı sözleri, D.Thomas’ın zekasının ve kültürünün ürünüydü. Pere Ubu gibi Talking Heads’de kendini ‘Art School’ hareketi içinde biçimlendirdi. Dört sanat okulu öğrencisi bugüne kadar keydettikleri ‘demo’larıyla, Amerikan standartlarının sınırlarını zorlayan bir müzik elde etmişlerdi. Olumsuz olarak nitelendirilemeyecek olan bu eklektisizm, Brian Eno’nun da büyük katkılarıyla bir Afro Amerikan deneyiminin süzgecinden geçtiğinde, ortaya birbirinden üstün 3 plak çıktı (More Sings About Bulding and Food, Fear of Music ve Remain in Light). Talking Heads, değişik isimleri, farklı müzikleri ve spor giyimleri ile New Wave kuşağında akranlarından farklılık gösteriyor. (‘Psyco Killer’ gibi insan ruhunun derinliklerini eşeleyen ve oradan çarpık sonuçlar çıkaran şarkıları ile bu kuşağın en umut vaat edenlerinden biri oluyordu. ‘I Zımbra’da funky vuruşları, Afrika ritmleri ve Dada şiirlerinden alınmış saçmasapan içeriksiz sözlerin David byrne’ün nevrotik vokelleriyle icra edilmesi, bu müzik için yeni bir soluk idi.
Talking Head’ın çıkışına omuz veren tek grup olan Ramones önceleri Johnny Winter’in açılış grubu olarak çalışıyordu. “Sire” plak şirketi Ramones’in ilk çalışmalarını 1976’da çıkardığında, grup diğer şirketlere New York’un genç yeni hareketlerinin ilerisi için umut verici olduğu yolunda sinyal veriyordu. Bu grup punk hareketinin ağır ağır su yüzüne çıktığı bu yıllarda, İngiltere’de de yakından izleniyordu. 70’lerin ortalarında, deri ceketleri, solmuş Blue Jean’leri, jlü şarkı sözleri, solosuz ve gitar akorlarıyla yüklü basit fakat hazlı, yüksek volümlü minimalist Rock’n Roll’ları ile Ramones, New York punk sounduna klişe biçimini verdi. Daha önce bu tip bir müzikle, çağdaşları olan Patti Smith dışında hiç kimse plak şirketleriyle anlaşamamıştı. Ramones’ı asid ve kokaini reddetmiş dört genç oluşturuyor, gençler ballad çalmıyor, gitar solo yapmıyordu. Şarkı sözleri gülünç, iyi bir şiirin karikatürünü andırırcasına hiciv yüklü ve hep aynı gürültüdeydi. Bu yıllarda Ramones en son punk bildirilerini ‘Beat on the Beat’ ‘Blitzkrieg Bob’ ve ‘Now I Wanna Sniff Same Glue’ adlı parçalarla veriyordu. Grup 80’lerde ticari bir başarıyı yakalayarak sadece ev konserlerinde çaldı ve dönemini kapattı. Ramones iyi zamanlarında, bu müziğe yeni junk kökleri geri getirmiş ve Rock’ın Roll zamanlarının en şaşaalı günlerini tekrar yaşatmıştı.
70’lerin ortalarında patlayan New York New Wave hareketi, farklı çıkış noktalarından hareket etmesinin sonucu olarak, belirgin farklı özelliklere sahip, birbirlerine benzemeyen gruplar yaratıyordu. New York’un müzik, sanat ve gece yaşamı çevrelerinden gelen gençlerin oluşturduğu Blondie bunlardan biri olmakla birlikte, adını da, şarkıcıları Debby Harry’nın saç renginden aldı. Blondie çalışmalarına 60’ların değerini yitirmiş pop soundunun, ironik bir yansıması gibi başlamasına rağmen tüm olanaklarını pragmatik bir amaç uğruna kullandı. Bu yükselişte Debby Harry’nin M.Monroe’vari davranışları ve giyinişiyle sex sembolü olması ve grubun ticari malzemeleri kullanma formülü, temiz pop vokel tarzı ve saldırgan punk imgelerin payı çok büyüktü. 1978’te Chrysalis’e geçmelerinden sonra beklenen ticari başarı geldi. 78-81 arasında üç platin plak ödülünü ‘Parallel Lines, Beat on the Beat’ ve ‘Auto American’ ile kazandılar. Bu popülerite, her grubun olduğu gibi Blondie’nin de başını kısa sürede yedi. Başarısız ‘The Hunter’ albümü ve kötü bir İngiltere turnesinden sonra dağıldılar.
Bu camianın, adını anmadan geçmeyeceğimiz iki önemli grubu da Hearthreakers ve Television. Television’un CBGB’de birdenbire sükse yapmasında etkili olan şey, V.Underground’a hastalık derecesinde duydukları saygıyı, çalarken hemen fark ettirmeleri oldu. Television’da, solo ile ritm arasında gidip gelen gitar çalış tarzlarıyla Tom Verlaine ve Richard Lloyd, diğer grup üyelerini de, eski psychedelic grupları olan Byrds ve Greatful Dead gibi uzun session’lar halinde çalmaya teşvik ediyordu. Grubun kalıcı albümü ‘Marguee Moon’, çınlayan iki elektro gitar, armonik solo fikirleri ve kesik kesik ritmleriyle sanki bir konser icrası gibi basitce kaydedildi. Grup bu albümde Post-Punk İngiliz soundu ile New York New Wave’ini kaynaştırarak adeta R.E.M.’in geleceğini müjdelemişti.
Amerika’da 70’lerde demokratların inişe geçmelerinin ardında, 80’ler yükselen bir cumhuriyetçi sağ dalgaya tanık oluyor. Bu gericilik yıllarında ülkenin çeşitli yerlerinden –özellikle de güneyden- toplumsal muhalefet adına, yaramaz çocukların kurdukları gruplar ortaya çıktı. Aralarında kendinden önceki güneyli politik kişiliklerin edebiyatcı ve müzisyenlerin mirasını devralan en sivri grup R.E.M. oluyor. Folklorik kültürlerinin yanısıra, eski tarz Rock’n’Roll’u inanılmaz derecede modern bir anlayışla çalabilen R.E.M. 90 sonrasında dinini kaybederek büyük plak şirketleri ağına giriyor ve ‘asi’ taraflarını üzüyordu.
Almanya’nın ve Kıta Avrupası’nın Bir Maruzatı Var;
Almanya’da en çok bir avuç grup, uluslararası standartların nüvelerine sahip olmuştur. Alman rock müziğinin kendi içinde taşıdığı pek çok pozitif değer ölçüsüne karşın, uluslararası kabulü sınırlıdır. Bunun en başta gelen nedeni de; genç Alman müzisyenlerin, İngiltere ve Amerika’dakinin tersine, rock müzikle yetişmedikleri halde, belli bir süreçten sonra 50’li yılların Rock’n’Roll ritmleriyle flörte başlamalarıydı. Bunun sonucu olarak da, Alman rock ve pop müziği, İngiliz ve Amerikan popüler kültürünün bir yansıması oluyor. Başlangıçta bu müziği açıkça kopya etmeye çalıştıkları halde, genç Alman müzisyenlerinin bir müddet sonra Almanlara özgü farklı bir tazelik ve görüntüyü elde ettiği söylenebilir (özellikle Hans-plast ve PVC gibi…). Fakat burada genç Alman müzisyenler adına bir talihsizlikten söz etmek gerekir ki, o da şudur: Amerikan ve İngiliz alt kültür müziği süreç içinde endüstrileşmeye maruz kalırken, Alman genç müziği ya da New Wave’i bu endüstrileşmenin içinde doğmuştu. Dünyada 70’lerin sonlarında New Wave adıyla yaygınlaşmaya başlamış olan bu müzik, burada ‘Yeni Alman Dalgası’ adıyla lanse ediliyordu. Bu özel isimlendirme, genç Alman gruplarını aynı çatı altında toplayarak kavramsallaştırmak gibi endüstriyel bir amaç taşıdı.
Almanya’da New Wave, siyasal ve toplumsal gıdasını daha çok Yeşiller hareketinden aldı. Alman New Wave’cileri, Yeşiller’in yayın organlarında yer alıp, bu hareketin temel sloganlarıyla yükselip, Yeşiller’in Bundestag seçimlerinde parlamentoya giderek “entegre’ olmalarıyla birlikte paralel olarak inişe geçiyorlardı. Nitekim hastalıklı ve bir o kadar da talihsiz olan bu kaynaktan, birbirlerinden görece olarak farklı Ideal, Trio, D.A.F. gibi gruplar ortaya çıkıyordu.
Pek çok Alman grubu, bu yıllarda İngilizce sözlü parçalara rağbet ediyor fakat Almanya’daki satışları belli bir sınırı aşamıyorken, diğer anglo-sakson rekabetçileri arasında sıyrılan az sayıdaki grup iyi denebilecek bir uluslararası seviyede çalışmayar yapıyorlardı.
Nena 79’da ilk albümü ‘The Stripes’i çıkardığında Almanya’da kan dolaşımını yükselten ve İngiliz New Wave’in Almanca bir yanıt olarak lanse ediyor, Musik Express de “üçüncü elden yeni dalga” manşetiyle, Almanya’da New Wave’in yanlış algılandığı görüşünü savunuyordu. Bu kritik tabii ki, Nena’nın terbiye edilmemiş hırçın genç kız vokalleriyle doldurduğu albümü ‘The Stripes’I hedef alıyordu. Basında da uzunca bir süre tartışılan ‘The Stripes’ sorunu, grup üyelerinin dağılmasıyla son bulmuştur.
Mazen bu grupların sayasi tavır olarak, tam bir çelişki sergilediği görülüyor. Örneğin Almanya’nın en politik olarak bilinen gruplarından D.A.F. (grubun tam odının anlamı Alman-Amerikan dostluğudur). ‘Die Kleinen Und Die Bösen’ (80) albümünün kapağına, üç Sovyet kadın sporcusunu olimpiyat kürsüsünde gösteren bir fotoğraf koyarak, Sovyet propagandası yoluyla kendilerini ifade tarzlarını oluşturuyorlardı. Yeni müziğin tüm etkileriyle hazırlanmış gürültülü bir M. Dietrich yorumu olan ‘İch Bin Die Fesche Lola’ reel sosyalizmin propagandası ve daha çok DDR’de kullanılan cinsten bir ‘Alman-Sovyet Dostluğu’ kavramının Batı Alman dünyasındaki yansımasıdır (albüm çıktığında iki Almanya vardı).
D.A.F. bir dönem bloklu dünyanın (kapitalist ve sosyalist blok) dış ilişkilerine böyle bakarken, sonraki ablümleri ‘Alles ist Gut’ da (81) New Wave’I dans müziğine çevirerek, ideoloji ve tarihsel ilişkiler arasındaki ayrım çizgisini ortadan kaldırarak, (kendini ideolojiden dans ederek kurtar… dans ederek kurtlarını dök… Mussolini’yi, Jesus Christ’I, komünizm dök…) diyerek, farklı kutuplardaki isim ve kavramları kurt’a benzetip aynı kefeye koymanın politik paradoksunu yaşıyorlardı.
Bu türün kişilikli gruplarından Nichts’in elemanları, gruba Alman dans müziği yaptıkları etiketi yapıştırılmaya çalışıldığında, çeşitli röportajlarda kendilerini hararetle savunuyorlardı; “Biz dans müziği değil, içinde rock da olan, New Wave ve Psycho-Fusion’u yapıyoruz” diyerek, kendilerini en doğru biçimde tanımlayabiliyorlardı. Basında saygınlık kazanmalarından sonra Musik Express’in yorumu şu oldu: “Nichts, ‘Tango Zooo’ albümü ile ayakları yere basan bir grup olduğunu kanıtlamıştır. Almanya’da bu müzik türünün en güzel zamanlarında öyle bir müzik yaptılar ki, 82 Almanyası hakkında en iyi fikir veren çalışmanın bu olduğu söylenebilir…” “Tango Zooo”in kalıcı yerini almasından sonra, 82 sonbaharında grup içindeki eleman değişikliklerinden dolayı, müzikal rotalarında relatif bir sapma meydana geldi.
80’lerin ilk yarısında, ilk önce popülerlik kazanan New Wave grubu Ideal olmuştu. İyi müzik eğitimi almış olan grup elemanları, aldıkları eğitim ve kültürel altyapıyı inkar edercesine bir nevi New Wave ve caz karışımı bir müzik ortaya koydular. 80 ortalarına Alman dinleyicilerine sunulan bu cesur müzik, eleştirmenler tarafından öylesine tartışma ve tepkilere yok açtı ki, Ideal, plak yapmadığı zamanlarda bile basında yankılar uyandırıyor, manşetlere çıkıyordu.
“Üçüncü elden New Wave” bazen ileri bazen geri, küçük çaplı bir evrim geçirirken, 90’larda en gözle görülür değişme, ingilizce söyleyen Fusion yeni dalgacıların, Avrupa standartlarında tutulması oldu. En bilinen örneği, caz formlarıyla çalan pamuk sesli bayan vokalistleri ile New Wave grubu Rainbirds idi.
“Üçüncü elden New Wave” (bu adlandırmaya göre ilk el Amerika ikinci el İngiltere idi) Yalnız Almanya için değil, tüm kıta Avrupası ve bazı diğer Amerikan kültürünün çekim alanına giren ülkelerde de kendini gösterdi. Fransa’da daha kapalı bir çevrede aydın işi olarak boy veren New Wave, bilinen örneğini Telephone ile verirken, İtalya’da da C.C.C.P ve Litfiba çok özel politik konumları itibarıyla dışarıya açılma dayanağını bulamıyordu. Yanısıra Avusturalya’da, The Sugarcubes, kendi ülkelerinin en özellikle New Wave-Post-Punk grublar olma özelliğini taşıyarak, bilinen anlamda New Wave’in kültürel yansıma örnekleridir.
Yukarıda New Wave’in radikal grupları ile The Police karşıtlı ya da D.A.F. plakları arasındaki tutarsızlıklardan sözetmiştik. Sanatın tarihi içinde klasisizmden expresyonizm’e kadar, akımın kendi içindeki sanatçıların arasındaki politik karşıtlıkları gösteren pek çok örneği bulabilirz. Fakat bu tip akımlar, toplumsal temelleri kozmopolit bir yapıya sahip olduğundan, içinde barındırdığı sanatçıları farklı politik serüvenlere sürükleyebilmektedir. Bir bütün olarak sanat adına, toplumdaki kurum ve eski kültürel düzene karşı oluşturduklarından, buradaki genel karmaşayı anlayabilmek için tek tek bireylerin ve grupların ötesine geçmek zorunludur. Olası karşı bir konumlanışta ise bu akımlar dahilindeki her birey ve grubun takınabilecekleri her türden eleştirellik, kültürsüz ve hafifmeşrep kalmaya mahkumdur.
Bu yazıya henüz yorum yapılmadı.
Yorumları okumak yada yorum yazmak için sisteme giriniz.