♪
Kültür bakanlığı sınavında. Ankara thm koro şefi kızını aldı. Urfa korusu şefi kayın biraderini aldı. İstanbul korosu şefi oğlu ve yeğenini aldı. ilginizi çekerse detay verebilirim
ttnet arena - 09.07.2024
♪
Cumhuriyetimizin kurucusu ulu önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarını saygı ve minnetle anarken, ülkemiz Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 100. yılını en coşkun ifadelerle kutluyoruz.
Mavi Nota - 28.10.2023
♪
Anadolu Güzel Sanatlar Liseleri Müzik Bölümlerinin Eğitim Programları Sorunları
Gülşah Sargın Kaptaş - 28.10.2023
♪
GEÇMİŞ OLSUN TÜRKİYE!
Mavi Nota - 07.02.2023
♪
30 yıl sonra karşılaşmak çok güzel Kurtuluş, teveccüh etmişsin çok teşekkür ederim. Nerelerdesin? Bilgi verirsen sevinirim, selamlar, sevgiler.
M.Semih Baylan - 08.01.2023
♪
Değerli Müfit hocama en içten sevgi saygılarımı iletin lütfen .Üniversite yıllarımda özel radyo yayıncılığı yaptım.1994 yılında derginin bu daldaki ödülüne layık görülmüştüm evde yıllar sonra plaketi buldum hadi bir internetten arayayım dediğimde ikinci büyük şoku yaşadım 1994 de verdiği ödülü değerli hocam arşivinde fotoğraf larımız ile yayınlamaya devam ediyor.ne büyük bir emek emeği geçen herkese en derin saygılarımı sunarım.Ne olur hocamın ellerinden benim için öpün.
Kurtuluş Çelebi - 07.01.2023
♪
18. yılımız kutlu olsun
Mavi Nota - 24.11.2022
♪
Biliyorum Cüneyt bey, yazımda da böyle bir şey demedim zaten.
editör - 20.11.2022
♪
sayın müfit bey bilgilerinizi kontrol edi 6440 sayılı cso kurulrş kanununda 4 b diye bir tanım yoktur
CÜNEYT BALKIZ - 15.11.2022
♪
Sayın Cüneyt Balkız, yazımda öncelikle bütün 4B’li sanatçıların kadroya alınmaları hususunu önemle belirtirken, bundan sonra orkestraları 6940 sayılı CSO kanunu kapsamında, DOB ve DT’de kendi kuruluş yasasına, diğer toplulukların da kendi yönetmeliklerine göre alımların gerçekleştirilmesi konusuna da önemle dikkat çektim!
editör - 13.11.2022
EDWARD HOPPER ‘dan çeviri...
Bir insanın iç yaşamı, kendini çarpıcı renk, biçim ve tasarım düzenlemeleriyle kısıtlamayan, engin ve değişken bir alemdir
Spofforth gece yarısında Beşinci Cadde boyunca yukarı doğru yürürken ıslık çalmaya başladı. Bu melodinin adını bilmiyordu, pek de umursamıyordu; tek başınayken sıkça çaldığı, biraz karmaşık bir melodiydi. Belden yukarısı ve ayakları çıplaktı, üzerinde sadece bir haki pantolon vardı; yürürken ayaklarının altındaki yıpranmış eski kaplama taşlarını hissedebiliyordu. Geniş bulvarın ortasından yürümesine rağmen, yıllar önce çökmüş ve hiç yapılmayacak olan onarımları bekleyen her iki yandaki yaya kaldırımlarında çimen öbeklerini ve yüksek otları görebiliyordu. Spofforth bu öbeklerden gelen, böcek korosunun türlü çeşitli tıkırtı ve kanat sürtüşlerini işitiyordu. Yılın bu zamanlarında, baharda, bu sesler onu hep huzursuz etmiştir ve işte yine öyle oldu. Önce kocaman ellerini pantolonunun ceplerine sokup yürümeyi denedi. Ama yine rahat etmeyince ellerini çıkartıp, o iri atletik gövdesiyle yalın ayak, ilerdeki Empire State Binasının muazzam görüntüsüne doğru ağır tempolu bir koşuya başladı.
Binanın giriş kapısının gözleri ve bir sesi vardı, beyniyse bir moron beyniydi; duygusuz ve tek amaçlı. Spofforth yaklaşırken ses, “Onarım nedeniyle kapalıdır” dedi.
Spofforth, “Kes sesini ve aç kapıyı” dedi ve ekledi, “ben Robert Spofforth. Yapım Dokuz.”
Kapı, “Affedersiniz, efendim” dedi. “Göremedim...”
“Tamam. Kapıyı aç. Hızlı asansöre de söyle beni almaya aşağıya gelsin.”
Kapı bir an için sessiz kaldı. Ardından, “Asansör arızalı, efendim” dedi.
Spofforth, “Kahretsin” diye söylenerek devam etti, “Merdivenden çıkacağım.”
Kapı açıldı. Spofforth içeri girdi ve karanlık giriş holünü geçerek merdivenlere yöneldi. Bacaklarında ve ciğerlerinde bulunan ağrı devrelerini kıstıktan sonra merdivenleri tırmanmaya başladı. Artık ıslık çalmıyordu; inceden inceye işlenmiş olan aklı şimdi tümüyle her yılki ereğine odaklanmıştı.
Şehrin üstünde, bir kişinin durabileceği genişlikteki en yüksek platformun kenarına ulaşınca Spofforth bacak sinirlerine uyarıyı yeniden gönderdi ve birden bacaklarını ağrı kapladı. Ağrı nedeniyle biraz sendeledi; ayın görünmediği yıldızlarınsa sönük olduğu bu karanlık gecede çok yüksekte ve tek başına duruyordu. Bastığı yüzey düzgün ve cilalıydı; yıllar önce bir keresinde Spofforth burada neredeyse kayıp aşağıya düşüyordu. Umutsuzlukla birden, keşke tam kenardayken, bir kez daha oluverse diye düşündü. Fakat olmadı.
Platform kenarının neredeyse yarım metre yakınına kadar ilerledi; ama her zaman olduğu gibi, kendisinin herhangi bir zihinsel uyarısı, istenci veya böyle bir arzusu olmadan bacakları hareketsizleşti ve Beşinci Caddenin yerleşim bölgesi yönüne dönük olarak onun davetkar sert zeminine yüzlerce karanlık metre yukarıdan bakarken kendisini donup kalmış buldu. İstencini öne düşmeye odaklayarak, kederli ve derin bir umutsuzluk duygusuyla bedenini ilerlemeye zorladı; yalnızca fabrika üretimi, güçlü ve iri bedenini dışarı doğru uzatması yeterli olacaktı; binanın ve yaşamın dışına. İçinden bunu yapabilmek için haykırırken, kendisini aşağıdaki caddeye, hoşnut ve sonuçtan emin olarak boşlukta ağır çekim düşerken gözünün önüne getirdi. Bunun için can atıyordu.
Ama bedeni kendisinin değildi, bildiği kadarıyla da hiç olmayacaktı. İnsanlar tarafından tasarlanmıştı; ancak bir insan onun ölmesini sağlayabilirdi. Sessiz şehrin tepesinde, kollarını iki yana açarak, kızgınlıktan böğürürcesine yüksek sesle acı bir çığlık attı. Yine de ileriye doğru kımıldayamadı.
Spofforth, o haziran gecesinde sabaha kadar, dünyanın en yüksek binasının tepesinde hareket edemez halde tek başına durdu. Ara sıra aşağıda boş şehrin caddelerinden yavaşça geçen bir algısal otobüsün yıldızlardan biraz daha büyükçe olan farları gözüküyordu. Binalarda hiç ışık yoktu.
Sonra sağında Doğu Nehri ve hiç köprü geçişi bulunmayan Brooklyn üstünden güneş doğunca düş kırıklığı azalmaya başladı. Ona gözyaşı kanalları koymuş olsalardı, gözyaşlarını koyuverirdi; ne var ki o ağlayamazdı. Gün ışığı arttı; aşağıdaki boş otobüslerin kabaca şekilleri artık fark edilebiliyordu. Üçüncü Caddede hareket halindeki küçük bir Kolluk aracını gördü. Ardından haziran göğündeki donuk renkli güneş, bomboş bir Brooklyn üzerinden boşandı ve nehir suyunda ta zamanın başlangıcındaki gibi ışıltıyla parıldadı. Güneşin yükselmesiyle birlikte onu sarmış olan kızgınlık azalmaya başlarken, Spofforth aradığı ve yaşamı boyunca da hep aramış olduğu ölümden uzaklaşarak geriye doğru bir adım attı. Yaşamayı sürdürecekti, çünkü artık katlanabilirdi.
Önce tozlu merdivenlerden yavaşça indi. Ama giriş holüne vardığında artık çevik, özgüven ve yapay yaşamla dolu adımlarla yürüyordu.
Binadan çıkarken kapıdaki mikrofona, “Asansörün onarılmasına izin vermeyin. Yürüyerek çıkmayı yeğliyorum” dedi.
Kapı, “Peki, efendim” diye yanıtladı.
Dışarıdaki bulutsuz gökyüzünde güneş parlarken, sokakta çok az insan vardı. Solmuş mavi entarili yaşlı bir siyah kadın, kazara dirseğine dokununca bulanık gözlerini kaldırıp onun yüzüne baktı. Onun Yapım Dokuz bir robot olduğunu belirten işaretini görünce gözlerini hemen kaçırıp “Özür dilerim, özür dilerim, efendim” diye geveledi. Yanında, ne yapacağını bilmez halde öylece duruyordu. Herhalde yaşantısı boyunca hiç Yapım Dokuz görmemişti ve onlar hakkında sadece yıllar önce aldığı ilk eğitiminden kalma bir bilgisi vardı.
Spofforth, “Gidebilirsin” dedi nazikçe. “Sorun yok.”
“Peki, efendim” diye yanıtladı kadın. Elini entarisinin cebine daldırdı, bir sopor çıkarttı ve yuttu. Sonra döndü ve ayaklarını sürüyerek uzaklaştı.
Gün ışığında, Spofforth geldiği yönün tersine aşağıya Washington Meydanı’na, çalışmakta olduğu New York Üniversitesi’ne doğru çevik adımlarla yürüdü. Bedeni hiç yorulmazdı. Yalnız, inceden inceye işlenmiş, karmaşık ve açık olan aklı yorgunluğun ne demek olduğunu biliyordu. Aklı daima yorgundu.
Spofforth’un metal beyni, mühendisliğin düşüşte, ama henüz robot yapımının hala yüksek bir sanat olduğu uzak geçmişteki bir zamanda yapıldı ve bedeni, canlı dokudan büyütüldü. Aslında robot yapım sanatı da en parlak başarısı olan Spofforth’un hemen ardından düşüşe geçerek ortadan kalktı. Spofforth, gelmiş geçmiş insan yapımları içinde en güçlüsü ve en akıllısı olan Yapım Dokuz diye belirlenen yüz robotluk bir serinin sonuncusuydu. Ayrıca, o kendi istemese bile hayatta kalmaya programlanmış olan tek robottu.
O zamanlar, yetişkin bir insan beyninin tüm öğrenme biçimlerini ve her nötr izi kaydederek bu kayıtları bir robotun metal beynine aktaracak bir yöntem vardı. Bu yöntem yalnız Yapım Dokuz serisi için kullanıldı ve o serideki tüm robotlar, tek bir insanın canlı beyninin değiştirilmiş farklı kopyalarıyla donatılmışlardı. O kişi, Paisley adında çok parlak ve melankolik bir mühendisti, ancak bunu Spofforth hiç bilmeyecekti. Paisley’in beynini oluşturan bilgi parçacıkları ağı ve aralarındaki bağlantılar manyetik bantlara kopyalanmış ve Cleveland’daki bir kasada saklanmıştı. Aklı kopyalandıktan sonra Paisley’in başına ne geldiğini kimse hiç öğrenemedi. O kırk üç yaşındayken, kişiliği, hayal gücü ve öğrenilmiş bilgileri tümüyle bantlara kaydedildi ve ardından da bu kişi tamamen unutuldu.
Bantlar hazırlandı. Kişilik, “kullanışlı” işlevlere zarar vermeden içlerinden olabildiğince silindi. Ancak bir beyin için neyin “kullanışlı” olup neyin olmadığına, yaratıcılıkta Paisley’den daha düşük düzeyde olan mühendislerce karar verildi. Yaşantı anıları silindi ve onlarla birlikte öğrenilmiş bilgilerin çoğu da silinmesine rağmen İngilizce dilbilgisi ve söz dağarcığı bantlarda kaldı. Bu hazırlık aşamasından sonra bile o bantlar, evrimsel bir mucizenin neredeyse mükemmel bir kopyasını taşıyorlardı: bir insan beyni. Ama Paisley’den bazı istenmeyen şeyler de artakaldı. Örneğin, piyano çalma yetisi bantlardaydı ama sergilenebilmesi için bir beden ve kollara gereksinim vardı. Ne var ki beden yapıldığında çalabileceği hiç piyano kalmamıştı.
Ayrıca kaydı yapan mühendislerce istenmemesine rağmen bazı eski düş, özlem ve kaygı kırıntıları kaçınılmaz olarak kalmıştı. Başka işlevlere zarar vermeden bantları bunlardan kurtarmanın hiç olanağı yoktu.
Kayıt, yirmi iki santimetre çapında, binlerce nikel-vanadyum tabakadan oluşturulmuş, otomatik makinelerce tornalanarak şekillendirilmiş gümüşe benzer bir küreye elektronik olarak aktarıldı. Küre, bu amaçla klonlanmış bir bedenin kafasına yerleştirildi.
Beden, bir zamanlar otomobil fabrikası olan bir yerdeki bir çelik tankta, büyük bir titizlikle büyütüldü. Elde edilen sonuç tam anlamıyla mükemmeldi: uzun boylu, güçlü, atletik ve çok güzel bir beden. O gençliğinin en iyi çağında, kasları güzel, ciğerleri ve yüreği güçlü; kıvırcık siyah saçları, berrak gözleri, çok güzel kalın dudaklı bir ağzı ve kuvvetli büyük elleri olan bir siyah adamdı.
İnsana özgü olan bazı şeyler değiştirildi: yaşlanma süreci, otuz yaşındaki bir insanın olduğu fiziksel gelişimde kalmak üzere programlandı ve beden bu hale çelik tankta dört yıl sonra erişmişti. Ağrı tepkilerini kendisi denetleyebilecek ve kendisini bazı sınırlar içinde yenileyebilecek biçimde donatılmıştı. Örneğin, gerekli olduğunda yeni dişlerin, yeni el veya ayak parmaklarının çıkmasını sağlayabiliyordu. Hiçbir zaman kelleşmeyecek, gözlerinde bozukluk veya katarakt oluşmayacak, ya da damar tıkanıklığı veya artrit sorunu yaşamayacaktı. Genetik Mühendislerinin çok hoşlandıkları bir söylemle, o Tanrının işinin iyileştirilmesiydi. Hâlbuki mühendislerin hiçbiri Tanrının varlığına inanmadığı için bu böbürlenmeleri temelden yoksundu.
Spofforth’un bedeninin üreme organları yoktu. Bu konuda bir mühendis, “dikkatin dağılmasından sakınmak için” demişti. Bu yapay insana hayran kalabilecek herhangi bir kişiye bunun eninde sonunda sadece bir robot olduğunu belirtmek için o muhteşem kafanın iki yanındaki kulak memeleri kapkaraydı.
Frankenstein canavarı gibi, ona da etkin yaşam elektrik şokuyla verildi; içinde olduğu tanktan, yetişkin ve başta biraz boğuk bir sesle de olsa konuşabilir halde kalktı. Bilinçli duruma geldiği o çok geniş ve dağınık fabrika salonunda koyu gözleri etrafına heyecan ve yaşamla baktı. Bilinç gücünün bir dalga gibi benliğini kaplamasını ilk kez yaşarken, yani kendisi olmaya geçerken, bir sedyede bağlıydı. Tıkanan bağlı gırtlağının zoruyla haykırdı; yani dünyada olmanın zoruyla.
O zamanlar hala okumayı bilen bir kişi tarafından Spofforth olarak adlandırıldı. İsim rasgele, eski bir Cleveland telefon rehberinden alınmıştı: Robert Spofforth. O insan zekası tarafından şimdiye dek tek parça halinde oluşturulmuş en karmaşık aygıt olan bir Yapım Dokuz robottu.
Birinci yıl eğitiminde onu, bina içlerinin düzenli tutulması ve günlük ufak tefek işlerin yapılması için insanların gittiği bir yatılı okula gönderdiler. Orası genç insanlara kendi dünyalarının yöntemlerinin öğretildiği bir yerdi: İçsellik, Kişisel Gizlilik, Öz Gerçekleştirme, Zevk. İşte orada o kırmızı ceketli kızı görmüş ve aşık olmuştu.
Kız o kış ve ilkbahar boyunca siyah, hem kömür kadar, hem de sütbeyaz teninin üstündeki kapkara saçları kadar siyah bir kadife yakası olan al renkli bir kaban giydi. Sürdüğü kırmızı ruju kabanına uyuyordu. O günlerde hemen hiç kimse artık ruj kullanmıyordu ve onun rujunun olması ilginçti. Sürdüğünde gerçekten çok güzel oluyordu. Spofforth onu okuldaki üçüncü gününde yatakhane bölümünde ilk gördüğünde, kız neredeyse on yedisindeydi. Hemen aklına kızın görüntüsünün bir resmini yerleştirdi ve o hep orada kaldı. Bu resim onun baharda, haziranda, başlayarak yapay bedeninin ve güçlü benliğinin en derinlerine yerleşen hüznünün önemli bir parçası haline gelecekti.
Spofforth bir yaşına erdiğinde, kendisine robot öğretmenler tarafından tümüyle görsel-işitsel yöntemlerle öğretilmiş olan kuvantum mekaniğini, robot mühendisliğini ve Kuzey Amerika’daki devlet şirketlerinin tarihçelerini bilmekteydi, ama okumayı bilmiyordu. Bir zamanlar yüreği olarak nitelendirilecek yerinde belli belirsiz bazı özlemler olmasına rağmen, insan cinselliği üstüne de bir şey bilmiyordu. Tek başına ve karanlıktayken, midesi bazen bir süre rahatsız edici şekilde istemdışı kasılıyordu. İçinde bir yerlerde gömülü bir duygu yaşamı bulunduğunu şimdi anlıyordu. Yaşamının ilk haziran ayının ilk sıcak akşamlarında bu nedenle oldukça endişelenmişti. Sıcak Ohio akşamları, geç saatlerde bir yatakhane binasından diğerine yürürken ağaçlardaki cırcır böceklerinin seslerini işitir ve göğsünde garip, rahatsız edici bir sıkışma olurdu. Yatakhanelerde sıkı çalışır ve sıradan sayılan bir çok işi “eğitim” diye adlandırılan şey uğruna yapardı; fakat iş ender olarak tüm dikkatini aldığından ruhu melankoliye düşmeye başlamıştı.
Ara sıra Yapım Dört işçilerden bazıları bozulurdu, ancak ufak tefek bozukluklarla başa çıkılabilecek yeterli onarım malzemesi bile hiçbir zaman el altında bulunmazdı. Böyle bozukluklar olduğunda hizmetlerin aksamaması için, eksik kadroyu doldurmak üzere bazı yaşlı adamlar ortalarda bulundurulurdu. Bunlardan biri de yersiz yurtsuz bir alkolik serseri olan Arthur’du. O hiç çorap giymez ve genellikle de sentetik cin kokardı. Yatakhane koridorlarında veya binaların dışındaki çakıl kaplı patikalarda karşılaştıklarında kimi zaman dostça, kimi zaman alaycı bir tavırla hep Spofforth’la konuşurdu. Bir keresinde, Spofforth kafeteryada kül tablalarını temizlerken, Arthur da ortalığı süpürüyordu. Arthur birden durdu, süpürgesinin sopasına yaslandı ve “Bob” diye seslendi. Spofforth işinden başını kaldırıp ona baktı. Arthur, “Bob” dedi, “sen canı sıkkın birisin. Hiç canı sıkılan robot yaptıklarını bilmiyordum.”
Spofforth onun kendisiyle kafa bulup bulmadığından pek emin olamadı. Sabahtan arta kalan marihuana izmaritleriyle dolu bir yığın plastik küllüğü, geniş odanın diğer tarafındaki köşede duran çöp tenekesine taşımayı sürdürdü. Öğrenciler biraz önce televizyonda verilen bir yoga dersine katılmak için ayrılmışlardı.
Arthur, “Hiç üzgün bir robot görmemiştim” dedi. “O siyah kulaklar nedeniyle mi acaba?”
Spofforth biraz çekinerek, “Ben bir Yapım Dokuz robotum” diye yanıtladı. Hala çok gençti ve insanlarla konuşmak onu huzursuz ediyordu.
“Dokuz!” dedi Arthur. “Bu oldukça yüksek, değil mi? Bu okulu yöneten Andy bile sadece bir Yedi.”
“Andy?” dedi Spofforth, küllük istifini tutarken.
“Ya, android. Ben çocukken siz şeylere, yani sizlere, Andy’ler derdik. O zamanlar sizlerden çok yoktu. Ayrıca pek akıllı da değildiler.”
“Sence sakıncası var mı? Yani akıllı olmamın?”
Arthur, “Hayır” dedi, “kahretsin yok. Bugünlerde herkes o kadar salak ki bundan dolayı insanın ağlayası geliyor.” Uzaklara doğru baktı ve sonra süpürgesiyle hafifçe süpürmeye başladı. “Akıllı akıllıdır. Çevremizde bir yerlerde bazıları olduğu için memnunum.” Süpürmeyi bıraktı ve sanki öğrenciler oradaymış gibi geniş boş odada elini uzatıp dolaştırdı. “Bu salak cahillerden hiçbirinin buradan çıktıktan sonra gösteriyi yönetmesini istemezdim.” Kırışık yüzünde bir küçümseme ifadesi yerleşmişti. “İpnotize edilmiş yavşaklar. Otuzbir mahsulleri. Onları komaya sokup hapla beslemeliler.”
Spofforth bir şey söylemedi. İçindeki bazı şeyler, bazı küçük yakınlık belirtileri, bu yaşlı adama doğru çekiliyordu. Fakat yine de burada eğitim ve kültürel adaptasyon gören diğer genç insanlara karşı hiçbir şey hissetmiyordu.
Genellikle boş gözlerle bakan, ağır canlı ve sessiz bir sürü halinde bir sınıftan diğerine giden veya Kişisel Gizlilik odalarında tek başlarına oturarak marihuana içerken duvarı kaplayan televizyonlarda soyut şekilleri izleyip, hoparlörlerden gelen sersemce ipnotik müziği dinleyen onlar hakkında bilinçli hiçbir duygu taşımıyordu. Ama aklında hemen her zaman yalnız birisinin görüntüsü vardı; kırmızı kabanlı kız. Kız o çok eski kabanı bütün kış boyunca üstünden çıkartmadığı gibi ilkbahar akşamlarında da hala giymeye devam ediyordu. Ondaki tek farklılık yalnız bu değildi. Kimi zaman yüzünde değişik bir bakış oluyordu: cilveli, kendini beğenen, anlamsız; bu da onu diğerlerinden ayırıyordu. Onların hepsine kendilerini “bireysel” olarak geliştirmeleri söylenmişti ama hepsi hem alçak sesleri ve ifadesiz yüzleriyle birbirine benziyor, hem de benzer şekillerde davranıyorlardı. O kızsa yürürken kalçalarını sallıyor, tüm diğerleri sessiz ve kendi içlerine kapanmışken, o bazen kahkahayla gülüyordu. Onun teni sütbeyaz, saçlarıysa kömür karasıydı.
Spofforth onu çok sık düşünüyordu. Ara sıra o diğerlerinin arasında, ama yalnız, bir sınıfa giderken Spofforth onunla karşılaştığında, ona doğru ilerleyerek nazikçe ona dokunmak, sadece kocaman ellerini kızın omzuna koymak ve bir süre öylece tutarak onun sıcaklığını hissetmek istiyordu. Spofforth bazen kızın sanki yere bakarken kendisine göz süzdüğü, eğlendiği ve ona güldüğü kanısına kapılıyordu. Fakat hiç konuşmadılar.
Arthur, “Cehenneme kadar yolunuz var” dedi. “Otuz yıla kadar her şeyi sizler yürütüyor olacaksınız. İnsanlar kendileri için bir halt edemeyecekler artık.”
Spofforth, “Ben kuruluşları yönetmek üzere eğitiliyorum” dedi.
Arthur ona haşin bir ifadeyle baktı ve gülmeye başladı. “Küllükleri boşaltarak mı?” dedi. “Lanet olsun!” Yeniden süpürmeye başladı, bu kez koca süpürgeyi permoplastik döşeme üstünde şiddetle sallıyordu. “Bir Allah’ın belası robotun kandırılabileceğini bilmezdim. Hele bir Yapım Dokuzun.”
Spofforth taşıdığı küllüklerle bir an olduğu yerde durarak ona baktı. Kimse benimle kafa bulmuyor, diye düşündü, benim yaşayacak kendi yaşamım var.
Arthur’la arasında geçen bu konuşmadan yaklaşık bir hafta sonra yine bir haziran gecesinde ay ışığı altında Spofforth Görsel-İşitsel Binasının yanından geçiyordu ve bakımsız büyümüş sık çalılığın arkasından gelen bir hışırtı işitti. Bir erkek sesi inledi ve ardından yeniden hışırtılar duyuldu.
Bu yazıya henüz yorum yapılmadı.
Yorumları okumak yada yorum yazmak için sisteme giriniz.