Yazılar
Cemal Reşit Rey'in KalemindenSayı: - 02.03.2006
MUSİKİNİN KUDRETİ
Musikinin sihirli bir cazibesi vardır; bunu çocukluğumuzdan beri biliriz. Kitaplarda okuduk, anlatılan masallardan öğrendik. Orphe ve onun gibi başka birçok kahramanların, üstünlüklerini, sadece musikinin kudretine borçlu olduklarına inancımız vardır.
Birkaç sene evvel, bir dostum bana, Kral Midas’ın hikâyesini andıran (fakat ne kadar da ulvi, ne kadar daha güzel) bir masal anlattı:
“Bir gün Hazreti Peygamber, Hazreti Ali’yi yanına çağırtmış ve kendisine bir sır tevdi etmiş. Hazreti Ali, bu sırrı, bu muazzam hediyeyi, sadece kendi nefsine inhisar ettirmemek için dayanamayıp, onu toprağa fısıldamış. O anda, topraktan kamışlar fışkırmış. Bir gün, bir çoban bu kamışlardan birini kesip bir ney yapmış. İşte, neyden çıkan ses, Hazreti Ali tarafından nakledilen sırrın sesi imiş...” İnsanların, musikinin menbalarını böyle yüksek, böyle erişilmez şeylerde aramaları, musikinin kudsiyeti ve kudreti hakkında, inkâr edilemez bir delil teşkil eder. Bunları bildiğim halde, bizzat şahit olduğum bir hadise beni hayretlere düşürdüğü kadar, kanaatimi de takviye etti.
Bir akşam, Ankara’da, iki üç ahbapla birlikte, bazı muhitlerce meşhur olan bir köfteciye gitmiştik. Ufacık bir dükkân. Müşteriler, doğrusu, “salon sosyetesi mensubini”nden değil. Bir aralık, daha evvel o semtteki bir meyhanede gürültü çıkarmış olan bir sporcumuz hakkında fikirler yürütülmeye başlandı. Çok geçmeden münakaşa alevlendi, müşteriler birbirlerine sövüp saymağa başladılar. Bir an, hayatımın tehlikede olduğunu hissettim, zira kafalar dumanlı ve yer daracıktı. Tam o sırada bir ses yükseldi. Gazel okuyan bir ses. Müşterilerden birinin sesi. Bu ses güzel miydi? Zannetmem. Buna rağmen, esrarengiz bir kuvvetin tesiriyle, münakaşa kesiliverdi, çirkin sesler söndü, küfürler, iğrenç simalar, hayvani, vahşi bakışlar yok oluverdi. Birkaç saniye evvel, en iptidai sevki tabiilere kapılmış olan bu küçük cemiyet, bir anda, en medeni en hassas bir dinleyici kitlesi halini alıverdi.; böylece de belki bir facia önlenmiş oldu! Bu küçük hadisenin takdirini dünyayı idare edenlere bırakıyorum.
Bence, muhakkak olan şey şudur: “musiki sesi, top, mitralyöz, bomba seslerini susturacak kadar kuvvetlidir!”
S.O.S.
Yirmi beş sene evvel bir gün, bir dost evinde, bir adama tesadüf etmiştim. Söz sırasında bana musikiyi sevmediğini söylemişti. Hayret etmiştim. Zamanla hayretim koku ve endişe halini aldı. Zira o zat gibi musikiyi sevmeyenler kim bilir ne kadar çoktur? Fakat musikiyi sevmemek ne demektir?
Dünyada gökyüzü var, yıldızlar var, güneş, çiçek ve arılar var, mehtap var, yağmur ve rüzgâr ve denizin dalgaları var, dağlar var, çöller ve serab var, bütün hayvanat var (bilhassa kuşlar!), ormanlar var.
İnsanlar var, duygu var, neşe ve ızdırap, aşk, nefret ve merhamet var, sürat zevki, sükûnet, hiddet var, muhayyile, sükût, tefekkür, iman, ölüm var, Allah var. Ve, işte bütün bunların varlığını bize en müstesna, en ulvi bir tarzda hissettiren musiki var! Onu sevmemek, onun lezzetinden mahrum olmak, sayılan nimetleri adeta inkâr etmek demektir. Zira musikiyi sevmeyen, edebiyatı, şiiri, resmi, mimariyi hiçbir sanatı sevemez! İlimleri sevemez. Allah’ın ve insanların eserlerini sevemez, hayatı, diriliği, yaşayanı sevemez!
“Cihanın dört köşesine musiki sesini yayıp zavallı insaniyeti kurtarınız!” İşte, bence dünyanın her tarafındann, her duvarına kocaman yazılarla yazılması icab eden bir söz!
KONSERVATUVAR HATIRALARIM
Mayıs 1976 tarihli aylık Orkestra dergisinden
Başlamadan önce bir nokta üzerinde durmak istiyorum. Konservatuvarın ilk açılışındaki ismi, Darülelhan’dı. Darülelhan, arapça bir kelimedir ve lahinler evi demektir. Lahinler de melodiler demektir. Yani melodiler evi manasına gelen gayet şairane bir isim. Darülelhan, sazende ve hanendelerden mürekkep bir heyet olarak Şehzadebaşındaki Letafet apartmanında bulunurdu ve zannediyorum ki bazı müzikseverler tarafından himaye ediliyordu. Yani resmi bir müessese değildi.
1923 de, Paris’de talebelik devresini henüz bitirmiştim, bir telgraf aldım. Bu telgraf, hayatımın bir dönüm noktası oldu. Leşhur romancımız Halit Ziya Uşaklıgil, bu telgrafında şöyle diyordu : “Darülelhan heyetine garp musikisi ilave edildi, size piyano ve kompozisyon hocalığı verildi, bir an evvel İstanbul’a geliniz.” Ben 19 yaşımda idim. Sevinçten çılgına döndüm, dünyalar benim oldu. Gözlerime adeta inanamıyordum. Halit Ziya bey o zaman Şehremaneti’nde – şimdiki Belediye-encümen reisi idi : O zamanın valisi de Haydar beydi.
Paris’teki hocalarıma bu telgrafı gösterir göstermez, büyük bir tepki ile karşılaştım, “19 yaşındaki bir genç kendisini pedagojiye veremez, senin önünde bütün bir meslek hayatı var, buna müsaade edemeyiz” dediler. Madame Long, buna engel olmak isteyenlerin başında idi. Ayrıca Raoul Laparra, Fransa’da, Nice şehrinde bulunan rahmetli pederime bir mektup yazdı, kendisini ikaz etti, beni kurtarması gerektiğini söyledi. Ben hiçbirini dinlemedim, trene atlayıp İstanbul’a geldim. Geldiğimde, Darülelhan, saz heyeti olarak, Letafet apartmanından çıkıp, Şehzadebaşında, bir sokağın içinde, büyücek ahşap bir konağa yerleşmişti. Bu saz heyetinde, o zamanın meşhur musikişinasları, faraza, Rauf Yekta bey, hafız Ahmet efendi, Zekai Dede’nin oğlu, Udi Sedat bey, kemani Reşat bey, hanende Zeyra Hanım (Arap Zehra) vardı. Bunların hepsi de merhum oldular.
Garp kısmına gelince, müessesenin başında Musa Sürayya vardı. Onun yanında, müdür muavini olarak Yusuf Ziya Demirci vardı. Sonra, Allah rahmet eylesin, kâtip Selahattin bey, piyano hocası Macar Geza von Heggeyi, piyano ve armoni hocası Edgar Manas efendi, keman hocası Braun, İtalyan bestecisi, piyanist Radeglia, keman hocası rahmetli Ekrem Tektaş, keman hocası Zeki Ün, piyano hocası Nezihe hanım, bir de Allah selamet versin, benim ağabeyimdir, kendisi duymasın söylediğimi, o dana gençtir, benim gibi, Muhiddin Sadak.
Darülelhan’a geldiğimden, manzara çok calibi dikkatti. Talebeler daha çok hanımlardan mürekkepti, bütün konservatuvarlarda olduğu gibi. Fakat bizdeki hanımlar, çarşaflı hanımlardı. Konservatuvara gelinceye kadar peçeleri inikti, binaya girdikten sonra peçelerini açarlardı. Ve validem yaşındaki hanımlara armoni dersi verirdim. Hiç unutmam, bir gün derse gitmek üzere idim, sofada bir hanım, beni yakaladı. Altın gözlüklü bir hanımdı. “Evladım, dedi, burada armoni midir, nedir bir ders verilecekmiş, hangi sınıfta verilecek, ben onu takip etmeliymişim.” İşte talebelerim böyleydi. Ama aralarında genç hanımlar da vardı, hatta çok istıdadı olanlar da vardı.
Bir buçuk, iki sene sonra rahmetli Asal kardeşler Viyana’dan geldiler: Seyfettin ve Sezai. Seyfettin keman, Sezai de viyolonsel hocalığına alındı. Bir müddet sonra Berlin’de viyolonsel tahsil eden mesut Cemil geldi. O bir yandan babası meşhur tanburi Cemil gibi tanbur çalar, bir yandan da viyolonsel. Müziğe büyük istidadı vardı. Bütün arkadaşların, Ekrem Tekdaş olsun, Muhiddin Sadak olsun, Mesut olsun, müzikte büyük değerleri vardı. Bir iki sene sonra, çok kıymetli bir arkadaşımız daha geldi. Ali Sesin, fevkalade bir viyolonistti, Carl Flesch’in talebesiydi. Bir de Almanya’da soprano Nimet Vahit geldi. O da şan hocalığına alındı.
1924 veya 25 senelerinde kimin teşvikiyle bilmiyorum, belki Vali Haydar beyin teşvikiyle, Hükümet bir müsabaka açtı. Daha doğrusu, Avrupa’ya, müzik tahsiline talebe yollama müsabakası. Jüriyi, yukarıda isimlerini saydığım arkadaşlarım ve ben meydana getirmiştik. O müsabakayı, Hasan Ferit Alnar, Ulvi Cemal Erkin ve Cezmi Eriç adında da bir genç, bir de Afif Köprülü kazandılar. Hasan Ferit Alnar Viyana’ya, Afif Köprülü Almanya’ya diğerleri Fransa’ya gönderildiler.
Sene 1926, yaz aylarında, Ankara’dan bir davet geldi. Müdür Musa Süreyya beye ve bana. Daveti Maarif Vekili Necati bey yapıyordu. Maarif Vekaleti bir encümen kurmuş, Sanayi Nefise Encümeni, sanat meseleleri görüşülecekti. Bu encümende kimler vardı : Reis olarak, rahmetli ressam Namık İsmail (Namık İsmail o zaman Güzel Sanatlar Akademisi Müdürü idi), Çallı İbrahim ( O da Güzel Sanatlar Akademisinde hoca idi), İstunbul müzeleri Müdürü Halil Etem bey, İsmail Hakkı bey, mimar Kemalettin bey, (Dördüncü Vakf hanı yapan). Biz, Musa Süreyya beyle bir layiha hazırladık ve Encümene sunduk. Bu, tarihi bir bir layihadır. Darülelhan isminin kaldırılmasını onun yerine Konservatuvar isminin kullanılmasını, ayrıca Maarife bağlı bütün mekteplerde müzik tahsilinin eski tarz usulleriyle, yani yegâh, dügah, segah, dümteka dümtek tabirleriyle değil, solmizasyon denilen usulle, yani do re mi fa sol tabiriyle yapılmasını teklif ettik. Bu teklifimiz kabul edildi ve o günden itibaren Darülelhan ismi kalktı, yerine Konservatuvar ismi alındı, Türk müziği tedrisatına son verildi, onun yerine eski sanat musikimizi notaya almak ve doğru olarak icra etmek üzere bir icra heyeti kuruldu. Bu topluluğun ismi de Türk müziği icra heyeti oldu.
Mekteplerde vazife alan arkadaşlarımız sayesinde solmizasyon sistemi süratle gelişti. Muhiddin Sadak, Seyfettin Asal ve Sezai Asal Galatasaray Lisesinde, Ekrem Tektaş İstanbul Lisesinde, Radeglia ve Manas efendi yabancı mekteplerde müzik dersi verirlerdi.
1924 senesinden itibaren yukarıda isimlerini saydığım arkadaşlarımla Şehzadebaşındaki konakta oda müziği konserleri vermeğe başladık. İlgi o kadar çoktu ki, gelen dinleyicilerden binanın yıkılmasından korkuldu. Bin sene sonra, konserlerimiz için daha büyük bir salon aramak mecburiyetinde kaldık. Union Française yöneticileri, salonlarını konserlerimize açtılar. Union Française, esasen bir konser salonu idi. Musiki Humayun, ki 1923 den sonra Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası olmuştur. Saray dışındaki konserlerini burada verirdi. Musikii Humayun, Yıldız Sarayına bağlıydı, şefi Zeki beydi. Bu bakımdan Unuin Française salonuna halk gitmeye alışkındı. Bizim oda müziği konserlerimiz oraya geçince büyük rağbet gördü. Konserlerimizde çoğu zaman halk yer bulamıyor, ayakta dinliyordu. Bu konserler üç sezon devam etti.
Bu arada İstanbul Belediye Konservatuvarı, inanılmaz bir süratle inkişaf etti. Bugün birçok tanınmış kompozitörlerimiz, müzisyenlerimiz, o konservatuvarda tahsil görmüştür. Mesela benim talebelerim arasında, Necil Kazım Akses, İlhan Usmanbaş da vardı. Ve o kadar inkişaf etti ki, vali Muhiddin Üstündağ, Şehzadebaşındaki binadan bir an evvel çıkmamız gerektiğini anladı. Ayrıca, Konservatuvara bir istikamet vermek için Viyana’dan Joseph Marx’ı davet etti. Marx yanılmıyorsam, iki ya da üç sene üst üste geldi ve her seferinde bir, bir buçuk ay kaldı. Tabii basmakalıp şeyler söyledi. Yapmış olduğu en büyük hizmet, bizi Şehzadebaşındaki binadan çıkartıp, Tepebaşındaki köşe yapan binaya getirmesidir.
O zamanlar, rahmetli Seyfettin Asal, konservatuvar talebelerinden müteşekkil bir orkestra vücuda getirdi. Bu arada rahmetli Hulusi Öktem, Belediye’den gerekli bütçeyi çıkararak Şehir Bandosu’nu kurdu. Biz, Konservatuvarda bir yatılı kısmın kurulması ihtiyacını hissettik. Bu, başka memleketlerde pek geleneğe uygun değildir.
Konservatuvarlar nihani mekteplerdir. Bizdeki yatılı kısmında yalnız nefesli sazlar vardı. Ankara’ya gitmemiş bazı nefesli saz sanatkârları, talebe yetiştirmeleri için Konservatuvara alındı. Yetiştirildi. Bandomuz evvela marşlar çalardı. Sonradan, yavaş yavaş potpuriler de çalmağa başladı. Bir süre sonra da muntazam olarak parklarda, açık yerlerde konserler vermeye başladı. Bu, Hulusi Öktem’in vefatına kadar devam etti. Hulusi Öktem’in önemli bir hizmeti de, benimle beraber Theodor Dubois’in armoni kitabını tecrübe etmiş olmasıdır. Bu kitap bugün maalesef bulunmuyor. Gayet kıymetli bir matah oldu.
Hulusi Öktem’in vefatından sonra Bando şefliğine rahmetli Cemil Bey getirildi. Cemil bey harikülade bir klarnetistti. Esasen klarinet mektebi çok iyi idi. Cemil bey ve onun gibi rahmetli Saffet bey, Veli bey, 1938, 39 ve 40 senelerine kadar Ankara Radyosu müdürü idi. Gayet kıymetli bir insan ve müzisyendi. Bir müddet, ölümünden bir süre önce, İstanbul Radyosunda da çalıştı.
Derleyen Aydın Gündoğar
Yazıyı Tavsiye Et ♫
Yorumlar
Bu yazıya henüz yorum yapılmadı.
Yorumları okumak yada yorum yazmak için sisteme giriniz.