Yazılar
Cem Mansur, dünyayla yüzleşebilmek için müzik...Sayı: - 17.03.2006
“Piyano hocasının yanında uyuyakalırdım!”
Ben aslında müziğe çok geç yaşta başlayanlardanım. “4 yaşında piyanoya başladı, 6 yaşında ilk konserini verdi” gibi bir öyküm yok benim. Müzik ailemin yakın çevresinde daima vardı ve ben 6–7 yaşındayken kuzenlerimle birlikte piyanoya başladım. Müziğe karşı ilgisizliğim ve tembelliğim yüzünden 1 yıl kadar sonra bütün kuzenler arasında piyanoyu ilk bırakan da ben oldum. Piyano derslerinde çok sıkılıyordum, uykum geliyordu fakat müzik kulağım vardı.
15–16 yaşlarında ciddi anlamda müzik dinlemeye başlamıştım. Ağabeyimle birlikte İngiltere’de üniversite öğrenimimize devam ediyorduk, ben mühendislik okumaya başlamıştım ama bu aslında bilinçli bir seçim değildi. İngiltere’de bambaşka bir müzik ortamıyla karşılaştım ve 19 yaşıma geldiğimde “Müzisyen olacağım” diye tutturdum. Henüz orkestra şefliği gibi bir şey aklımda yoktu ama hayatımı müzikle geçirmek istediğime kesinlikle karar vermiştim.
Ben müziği sadece gevşemek ya da eğlenmek için bir araç olarak değil, dünyayı ve yaşamı anlamanın yollarından biri olarak gördüm. 19 yaşımda verdiğim bu kararla İngiltere’de Londra Üniversitesi’nin konservatuarının yüksek bölümüne girmek istedim. Müziği benim gibi 7 yaşında bırakmamış olan insanlarla sürekli rekabet halindeydim ve gerçekten çok çalışmam gerekti.
Londra City Üniversitesi ve Guildhall Konservatuarı’na gitmeyi tercih edişimin sebebi, orada gerçekten sıra dışı, insanın ufkunu açan bir eğitim sunulmasıydı. Konservatuar eğitimi sadece piyano çalış, armoni çalış, orkestra şefi ol demek değildir. Londra Üniversitesi’ndeki ilk yılımda etnomüzikolojiden yani Hint müziğinden Eskimo müziğine dünya müziklerinden estetik teorisine, müzik psikolojisinden armoni çalışmalarına; birçok çalışmayı bir arada yürütme imkânım oldu. Müzik yönetmenliğinden müzik terapisine, hayatını gerçekten müzikle geçirmek isteyenlere sunulmuş birçok seçenek vardı. İlk yılın sonlarında orkestra şefi olmak istediğime karar verdim. Üniversite orkestrasını yönetme fırsatım vardı ve bu yöndeki yeteneğimi yavaş yavaş keşfetmeye başlamıştım. İkinci yılımdan sonra daha çok performans üzerine yoğunlaştım, fakat akademik dersleri bırakmadım, özellikle estetik müzik felsefesine önem verdim.
Büyük bir piyanist olmak, büyük bir orkestra şefi olmayı sağlamıyor...
Orkestra şefliği kesinlikle standartları olmayan bir meslek. Bu mesleği seçtiğinizde önünüzde birçok kariyer ve eğitim seçeneği olduğunu görüyorsunuz. Fakat şunu hiçbir zaman unutmamak gerekiyor:
Bir grup insanı yönetiyorsunuz ve onları organik bir bütün haline getirmek sizin sorumluluğunuz. Bu açıdan baktığımızda, günümüzde uluslar arası alanda çok iyi müzisyen olup da iyi bir orkestra şefi olamayan birçok solist var. Büyük bir piyanist ya da kemancı olmak büyük bir orkestra şefi olmayı sağlamıyor, başka niteliklere sahip olmak gerekiyor.
Başarılı bir orkestra şefi, bir yorumcu olarak öncelikle müzik konusunda söyleyecek bir şeylere sahip olmalı. Örneğin bir Mozart senfonisi defalarca çalınmışsa, sizin yönetiminizde tekrar seslendirilecek olmasının sizin Mozart’ı çok sevmenizin ötesinde bir sebebi olmalı. Müzik yaşayan, sürekli değişen bir olgu; iyi çalmanın dışında orkestra ile dinleyici arasında bu etkileşimi kurabilmeli, dinleyiciye bu dinamizmi hissettirebilmelisiniz.
Tüm bunların yanında bir orkestra şefi olarak bedeninizle kendinizi ifade etme konusunda kendinizi rahat hissetmeniz gerekiyor çünkü orkestra, beden dilinin yanında düşünce dilinin de kullanıldığı bir yer. Müzikal iletişimde orkestra ve şef arasında ve oda müziği yapan müzisyenler arasında zihinsel bir iletişim olduğuna inanıyorum. Bu iletişimi kurabilme yeteneğine sahip olmalısınız. Karşınızda 100 farklı derdi olan 100 kişi olabilir, her insan topluluğunda olduğu gibi bunların içinde mutlu olanı da mutsuz olanı da vardır. Siz böyle bir topluluktan optimumu çıkarmak durumundasınız. İnsan tüm bunları deneyimleriyle de öğreniyor fakat yine de kişinin doğasında da birtakım yeteneklerin olması gerekiyor.
Toplumun aynası orkestra...
Yöneticilik vasfı tabi ki önemli ama şunu da gözden kaçırmamak lazım: Liderlik kolaylıkla megolamaniye dönüşebilir. Başarılı bir orkestra şefinin mutlaka yapması gereken, elindeki gücü çalıştığı işin hizmetinde kullanabilmek. Orada çalınması beklenen bir eser var ve sizin göreviniz orkestradaki müzisyenlerden en iyi performansı çıkarabilmek.
Benim için en büyük övgü, bir orkestraya konuk şef olarak gittiğimde orkestradaki müzisyenlerin “Biz bu senfoniyi bu kadar iyi çalabileceğimizi tahmin etmiyorduk” demeleridir. Müzisyenlere baktığınızda hepsi iyi yetişmiş, müzik bilgisine sahip kişiler; hepsinin o senfoniyle ilgili bir yorumu, söylemek istediği bir şey muhakkak vardır. Niye sizinkine uysunlar? Çoğunluğu buna ikna edebilirseniz ve farklı yerlerden gelmiş farklı insanları bir bütün haline getirerek o dinamizmi yaratabilirseniz, dinleyiciye aynı senfoniyi başarılı bir yorumla yeniden yaşatmayı başarabilirsiniz. Bir orkestra şefinin amacı bu olmalı ve bir konser hiçbir zaman sahnede bir güç gösterisine dönüşmemeli. Orada şef sizsiniz, o güç zaten size verilmiş ve bunu her defasında yeniden hak etmek zorundasınız. Yönettiğiniz insanların üzerine giderek, onlara birtakım şeyleri dikte ederek bir yere ulaşamazsınız. O bütünlüğün içerisinde herkes, solo bir enstrüman çalan müzisyeni de takip edebilmeli, örneğin senfoninin bir yerinde solo flütçünün kendi yorumunu katmasına izin vermelisiniz. Orkestradaki her birey, eserin bütünlüğüne kattığı değeri hissedebilmeli.
Orkestra şefliğinin müzik tarihi, teorisi ve repertuarının dışında öğretilebilen kısmı çok az, profesyonel olarak çalışmaya başladığınızda öğreniyorsunuz. Bunların dışında her orkestra şefi kendi müzikal kişiliğinden, kendi beden dilinden yeni bir şey oluşturuyor ve söyleyecek yeni bir sözü olduğu sürece başarılı oluyor. İlk yıllara herkes dünyaca ünlü şeflerden etkilenir ve bir süre onları taklit eder, önemli olan en sonunda sizi etkilemiş olan tüm müzisyenleri ve şefleri ruhunuzda sindirerek kendiniz olabilmeniz.
Müziğin ortak dilinde farklı kültürleri buluşturmak...
Yurt dışında farklı dil ve kültürlerden insanlarla çalışmalarım oldu. Bu işin en heyecan verici tarafı müziğin tüm sınırları ortadan kaldırabilen bir ortak dile sahip olması. Bambaşka bir kültürde, paylaşacak çok fazla bir şeyiniz olmayan insanların ilk defa önüne geçiyorsunuz ve ilk 5 dakika içinde bu kadar sıcak bir iletişim kurabileceğiniz başka bir meslek ya da sanat dalı olduğunu sanmıyorum. Müzisyenlerle aranızda müthiş bir kaynaşma olabileceği gibi, orkestranın sürekli çalıştığı şeflerden edindiği birtakım alışkanlıkları olduğunu da görebiliyorsunuz.
Profesyonel çalışan bir orkestra, şefinin notunu ilk 30 saniye içinde verir. Derinlemesine bir gözlem olmasa da, şef gerçekten iyi mi, bu hafta nasıl geçecek, tüm bunları hisseder. Orkestra şefliğinde diğer müzik dallarından farklı olarak şarlatanlığa çok açık bir yan var. Çok kötü bir şef olabilirsiniz ama iyi bir orkestranın önünde dinleyicilerin hoşuna gidecek bir konser ortaya koyabilirsiniz. Herkes mutlu mutlu evine döner, orkestra hariç...
Klasik müziği dinlemekten korkuyoruz...
Konserler öncesi konuşmalara 3 yıl kadar önce başladım. Akbank Oda Orkestrası olarak Kadıköy Halk Eğitim Merkezi’nde ve Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda verdiğimiz aylık olağan konserler birer tema çerçevesinde gerçekleşiyor, Türkiye’de o anlamda konser veren tek orkestrayız. Birbiriyle ilgisiz parçaları ard arda çalarak 90 dakikalık bir konser programı hazırlamak anlamlı gelmiyor. Ben konser programlarında hangi eserden sonra hangisinin çalınması gerektiğini uzun uzadıya araştırıp karar veriyorum. Bir konser, dinleyiciye canlı müzik yapmanın getirdiği heyecan dışında, evde oturup CD dinlemenin ötesinde bir şeyler yaşatabilmeli.
Türkiye’de klasik müziğe karşı büyük bir ön yargı olduğunu düşünüyorum. İnsanlarda biz anlamayız, biz sıkılırız şeklinde bir anlayış var ve ben konserlerdeki konuşmalarımla bu anlayışı kırmaya çalışıyorum. Müziğin bir insan hakkı olduğunu düşünüyorum. Hayatı bu kadar zenginleştirebilecek, bu kadar yakından hissedilebilecek bir şeye insanlar kapılarını kapatıyorlar. Klasik müzik dinlemekten korkuyorlar, oysa o müziği dinlemek için teknik özelliklerini, terminolojisini bilmek gerekmiyor. Bu korkuyu eğitim sistemimizin ve yayın organlarımızın yanında en çok biz müzisyenler yaratıyoruz; yaptığımız müziğin insanlara ulaşması için çaba göstermiyoruz. Düşünün neden Japonya Beethoven için büyük bir pazar da Japon müziği Almanya’da dinlenmiyor, tüm dünya Beethoven dinlerken nasıl aynı derecede heyecanlanabiliyor? Bunun sebeplerini pazarlamanın dışında, klasik müziğin evrenselliğinde aramak gerek. O toplumun yarattığı müzik gerçekten bir insan hakları ve demokrasi savaşının verildiği, büyük bir aydınlanma döneminin geçtiği Fransız İhtilali, reform hareketleri ve Rönesans sonrası ortaya çıkan dünyanın müziği; bu açıdan hangi kültürden olursa olsun dinleyiciler birtakım ortak özlemlerini bu müzikte bulabiliyorlar.
Biz Akbank Oda Orkestrası olarak böyle evrensel değerler taşıyan bir müzik dalının insanların kalplerinde yer etmesi için çalışıyoruz. Benim konserler öncesinde ve eserler arasında yaptığım konuşmalarda kendime koyduğum tek bir kural var, terminoloji kullanmamak. Terminolojiyi bilmek zorunda değilsiniz; müziğin güzelliğini çok değişik katmanlarda yaşayabiliyor, entelektüel ve duygusal hazzı bir arada duyabiliyorsunuz.
Klasik müziği çok analitik olarak da yaşayabilirsiniz, Bach’ın bir eserini alıp oradaki matematiksel karmaşayı analiz etmek çok keyif verici bir şey; fakat bunları bilmeden müzikle aranızda soyut bir bağ da kurabilirsiniz. İnsanlara Bach’ı anlatmanın yollarından biri de o müziğin nasıl bir toplumdan çıktığını anlatmak. Bach mucizesi neden 1685’te Almanya’nın o noktasında doğdu? Bach’ın hiçbir ölümlünün kavrayamayacağı dehası o coğrafyada, kültür ve Hıristiyanlık tarihinin o noktasında nasıl oluştu? Müziği anlatırken o müziğin yaratıldığı dönemlerde dünyanın farklı yerlerinde neler oluyordu, ülkeler nasıl yönetiliyordu, hangi icatlar yapılıyordu; bunları anlatmak da çok önemli.
Bu uygulamaları 3 yıl önce ilk olarak başlattığımda konserin başlamasından yarım saat önce isteyenin katılabileceği şekilde bir uygulama oluşturmuştuk. 2-3 Konser sonrasında bütün salon bu konuşmalara gelmeye başladı. Çünkü insanlar kendilerine bir şeyler anlatılabileceğini gördüklerinde bu hoşlarına gidiyor ve evlerinde oturup CD dinlemektense buraya gelip daha farklı bir deneyim kazanmayı tercih ediyorlar. Orkestrayla dinleyici arasında var olduğunu sandığımız tüm o duvarlar bir anda yıkılıyor. Özellikle Anadolu üniversitelerindeki konserler sonrasında, öğrencilerin o salondan müziğe karşı ne kadar büyük bir sevgi besleyerek çıktıklarını gördüğünüzde gerçekten doğru bir iş yapmış olduğunuzu anlıyorsunuz. “Bu müzik benim üzerimde bir şey değil, bu dünyanın müziğiyle ilişki kurabiliyorum. Tüm dünyanın paylaştığı değerleri paylaşabiliyorum” duygusunu insanların gözlerindeki ifadelerde okuyabiliyorsunuz.
Yazıyı Tavsiye Et ♫
Yorumlar
Bu yazıya henüz yorum yapılmadı.
Yorumları okumak yada yorum yazmak için sisteme giriniz.