Yazılar
Fransız müziği bizi İstanbul’a ve kendimize kadar getirdi - Nazlı Ökten’le açık radyo'daki programı üzerine söyleşiSayı: - 07.04.2006
Açık Radyo için hazırladığı “Yeni Fransız Şarkısı” adlı programı için buluşmuştuk Nazlı Ökten’le. Ama Fransız şarkıları dâhil, yeni-eski her şeyi konuşurken bulduk kendimizi. Nazlı Ökten’in düşüncelerini merak ettiğim pek çok konu vardı ve bunları sizlerle paylaşmak istedim. Söyleşimizin bu ikinci bölümünde İstanbul, kadın, melezleşme ve müzik var. Çok yönlü bir sosyologa az zamanda sorabildiğim kadar çok soru ve aldığım doyurucu yanıtlar bu söyleşide.
N.N.S: İstanbul bir sosyolog için ne tür malzemeleri barındırıyor?
N.Ö: O kadar çok malzeme var ki başım dönüyor. Bir kere her taraftan bir şey çıkıyor. O kadar az çalışılmış ki İstanbul için. Gündelik hareketlenmeler var. İslamcı hareket baş gösteriyor. Herkes araştırmalarını bu yöne sürüklüyor. Aslında daha minimal düzeyde ya da orta ölçekte konular da var. O açıdan çok zengin bir yer.
Çocukluğumdan beri değişiyor her şey. Toplumsal değişim sürecinin göbeğinde doğduk. "Arasız sırasız sürekli kriz halindeydik zaten" diyorlar ya, aslında gerçekten biz bu krizi çok zamandır yaşıyoruz. Çünkü kapalı bir toplum olmaktan çıkarken, müthiş bir pazarlık gücünüz olması lazım. Dünyaya açılırken dünyayla sıkı bir pazarlığa oturmanız lazım. Biz bu pazarlığı yapacak donanıma sahip değildik. Olmadığımız bu başımıza gelenlerle ispatlandı zaten. Küreselleşmeyi anlayarak ve bilerek yaşamak lazım. Ülkeniz için pazarlık yapmanız lazım. Nerede durduğunuzu bilmeniz lazım. “Oh ne iyi yabancı sermaye geldi” demekle olmuyor. Çünkü herkes birbirinden bir şeyler istiyor. Bu nedenlerden ötürü bence sosyoloji Türkiye’nin siyasi hayatının çok merkezinde.
N.N.S: Tek renk olanağınız yok. Sokak sokak gördüğünüz farklılıklar, asla bir İstanbul ve İstanbullu prototipini oluşturmamanıza neden oluyor. Baş döndürücü gerçekten.
N.Ö: Çok başınız döndüğü zaman da kala kalıyorsunuz. Nere bakacağınız şaşırarak paralize oluyorsunuz. Ben ona bir tür "bilinç felci" diyorum. Önünüzden akıp gidiyor her şey, imgeler, insanlar, kokular, renkler, yazılar...
N.N.S: Kadının buradaki var oluşunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
N.Ö: Kadının var oluşu da çok enteresan. Çünkü kadın seçilip alınmayı bekleyen insan. Geleneksel olarak size verilen rol bu. Karşındakine kendini isteteceksin, sen gidip almayacaksın. Her şey kapalıydı eskiden. "Hafta Sonu" gibi bir dergi vardı örneğin ama şimdi her yerde var böyle yayınlar.
N.N.S: Bu insanların ne tür bir öfke biriktirmelerine sebep oluyor?
N.Ö: İnsanlar yoksulluk çekiyor ama her akşam evlerinde başkalarının nasıl bir konfor ve ne tür kaygılarla yaşamlarına yön verdiklerini görüyorlar. Tabii ki toplumsal eşitsizliğin bir tür simgesi halini de alıyorlar. Kadın da aslında alınıp satılan şeylerden biridir. İyi arabası olan bir adamın güzel bir karısı olmalıdır. Güneri Civaoğlu’nun bir yazısında iki genç işçiden bahsediyor. İşçiler bir cafe’de yemek yiyebiliyorlarmış. Bir tanesi yanındaki güzel sevgilisini öpmüş. Demek böyle bir sevgilisi de olabiliyormuş. O kız da bir işçi ve o kıza o gözle bakıp, “O da orada yemek yiyiyordu” demiyor. Erkek işçinin sevgilisi olarak kadın işçi varolabiliyor. Ben dehşet içinde kalmıştım. Anlaşılan tek şey, cafe’de yemek, işçinin sahip olduğu küçük araba ve kızıl saçlı sevgili. “Ama bu kadar da olur mu?" diye sordum kendime.
N.N.S: Peki güzel kadının bir işçiyi tercih etmesinin olağan dışılığı olarak okunabilir mi bu?
N.Ö: Elbette böyle bir şey de çıkar ama oradaki anahtar tabii şu: O düzeyde de o kadınlar var zaten. Kadının sadece güzel olması yetmiyor. Belli kodları biliyor olması lazım yani istiridyeyi hangi çatalla yemesini bilecek. Çocukları için ne tür bir eğitimi tercih edecek? Bütün bunlar sermayeyi bütünleyen şeyler.
N.N.S: “Adamcağızın önünde karısına tecavüz edildi” başlığı atılan bir 3. Sayfa haberi için ne dersiniz?
N.Ö: Malına zarar veriyorlar. Peki, kadıncağıza ne oldu? Filmlerdeki erkek dostluğuna bakardım eskiden. Birbirlerine güvenen, güçlü, akıllı erkek dostluklar vardır. Kadın dostluğunun bu boyuta gelmez hiç bir zaman.
Kadın ve erkeğin iki farklı tür olduğuna inanıyorum. Feminizmin bir takım kazanımları var. Kadınlar bunları yaşadılar şimdi sırt çeviriyorlar. Evet, belki feminizmin kendi içinde zaafları oldu. Cinsiyetiniz üzerinden kendinizi sorgulamadan var olabileceğinize inanamıyorum. Bir kadının içinde kadınlık ve erkeklik farklı biçimlerde varolabilir. Bir kadın, çok erkeksi olabilir ya da tam tersi. Burada kadınlık ve erkeklikten anladığım, etkenlik ve edilgenlik aslında. Kadın dediğimizde, edilgen, durağan ve seçilmeyi bekleyenden bahsediyoruz, erkek dediğimizde: Atak, gidip alandan bahsediyoruz. Toplumsal cinsiyet dediğimiz şey bu unsurları o cinsiyete hapsediyor ve bundan çıktığınız oranda bile o rolün içindesiniz.
Kadın çok özgürleşti ve daha iyi olmak zorunda, yeteri kadar bağımlılık göstermek zorunda “yeteri kadar” olmalı ki bir partneri olsun. Çünkü kendisine bakılan bir partner kimsenin hoşuna gitmez. Kendisine baktırmayı da bilmesi lazım. Bir kadın için tüm erkekler istenilir ve arzulanır olamaz. Kategoriler vardır. Okumuş yazmışlıkla, kimi zaman tanınmışlıkla kimi zaman sermayeyle ölçülebir. Aklınıza gelebilecek her şey bir seçim sebebi olabilir. Bu önemli değil, önemli olan kadın ve erkeğin karşılaşmasını belirleyen o kadar çok kural var ki bu kuralların içinden aşkı çıkarıp bulmanız zor. O yüzden aşka yüklenen aşırı anlamdan hoşlanmıyorum. Çünkü zevk bence hayattan giderek uzaklaştırılıyor. Hayatın kendisi çalışma odaklı ve amaçlı olduğu için, zevk cinsellik alanına ve satın alma alanına hapsediliyor. Size cinselliği hatırlattıkları ölçüde bir malı satabiliyorlar. Bu "Magnum" dondurma da olabilir bir etek de olabilir. Bir apartman dairesi de seksi olabilir. Cinsellik hem hapsedilmiş hem metalara yayılmış. Siz bir şeye sahip olarak seksi olabilirsiniz. Cinsellik ve satın alma odaklı yaşadığınız anda, aşka ve kadın erkek ilişkilerine aşırı bir anlam yükleniyor. Örneğin dostluk çok geride kalan bir olgu. Fakat bir çok insanla birçok şeyi paylaşabilirsiniz, ama bize bir insanla her şeyi paylaşmamız şart koşuluyor. Böyle hapsedici bir aşk imgesi olabilir mi? Herkesin alanı belli olmalı deniyor. Burası benim, bu kadın benim, bu alan benim deniyor açıkçası.
Ayrılıkla başa çıkmak günümüzün ritüellerinden bir tanesi mesela. Eskiden bu kadar kolay dillendirilir bir şey değildi, artık her şey değişti. Ayrıldığınız zaman sizin için duygusal bir tören başlıyor. Duygusal olarak ölmek ve yeniden dirilmek zorundasınız. Bu noktada bence müthiş bir kod istilası var. Tüm bunların bugünkü meta düzeninden bağımsız olduğunu sanmıyorum. Çok gündelik şeyler bunlar. Bize arzulatılanlar. Neyi arzuladığımızı bize onlar söylüyor. “Bizi bıraksalar başka bir şey arzulayacağız” demiyorum tabi ki, ama bir dönem içinde herkesin aynı kokulardan hoşlanması bir tesadüf olamaz. Bu bir zevkin dayatılması değil de nedir? Kalıcı bir parfümünüz olması bile tuhaf bir kişilik özelliği. Parfümler diğer her şey gibi gelir ve geçer. Daha iyileri ve daha yenileri hep olacaktır.
Son yıllarda sosyal bilimler müthiş başarılı oldu. Hani pozitif bilimler ve sosyal bilimler karşılaştırması yapılır ya hep. Reklamcılık sektörü, araştırma sektörü, siyaset, iletişim kuramlarının oluşumu, edebiyatta ve diğer bir çok alana yayıldı. İletişim ve medyaya kaydı.
Demek istediğim Hindistan’daki yaşlı adam ve ben, aynı anda buz gibi bir Coca Cola istiyoruz ve bu bir tesadüf olamaz.
N.N.S: Küreselleşme, melezlik kavramlarıyla müziği nasıl buluşturabiliriz?
N.Ö: Ben müziği sosyolojik bir yaklaşımla dinliyorum. Benim için müzikaliteleri sadece kişisel zevkimle yönleniyor. Genelde seçim kriterim “farklılık”. Müzikteki melezleşmeyi görmek... Yeni Fransız şarkısında çaldıklarım, bu melezleşmeyi beceren şeyler. Herkes kendi ötekisiyle yüzleşiyor, Fransızlar da Cezayir’le yüzleşiyorlar. Eski sömürgenin insanları ana kıtanın içinde yaşamaya, kendi yaşamlarını Fransa’da kurmaya başladılar. Müziklerini taşıdılar ama taşımakla kalmadılar şeklini de değiştirdiler. Sting’in Chab Mami’yle “Desert Rose” u yapması hiç tesadüf değil. Las Vegas’in çölüyle Cezayir’in çölünü birleştiren müzik, aslında genel anlamda sanki herkese eşit söz hakkı veren bir şey gibi görünüyor. Orada Cezayirli bir şarkıcıyla Sting, aynı platformda eşit görünüyor. Görünürde bu böyle aslında. Batı müziğiyle sentezlendiğinde “Bu gerçekten farklı bir şey” deniyor. Ama fusion denilen farklı müziklerin kullanılması yeni bir aşama ve müzisyenlerin eşit partnerler olarak, eşit varolduklarını var sayıyoruz. Onların enstrümanlarını kullanıp farklılık yaratmıyorlar. Onları bir usta olarak kabul ediyorlar ve gelip orada çalıyorlar. Ama buradaki farklılık, Sting’in meşrulaştırmasıyla oluşan bir tanınma. Bizim “arabın yalellisi” dediğimiz ses, Sting sayesinde gerçekleşiyor. Jan Garbarek bunun güzel bir örneğidir. Farklı kültürden insanlarla yaptığı çalışmalar çok önemlidir. Nusret Fatih Alihan’la yaptığı çalışmalar örneğin... Türkiye’de Burhan Öcal bu anlamda eşit partner olarak onlarla sanat yapıyor. Ama mümkün olduğu kadar onları onun bulması lazım. Bu yolla kendisini meşrulaştıracak ki müziği dinlenebilsin. Okay Temiz’i yıllarca kimse dinlemedi. Çok önemli, deneysel bir müzik yapıyordu Okay Temiz. Ve kimse umursamadı. Tencere tava çalıyor diye dalga geçtiler. Ama o müzik şimdi yapıldığında başka bir anlamı var. Bu gün küreselleşmenin getirdiği kültürel ortam buna müsade ediyor. Tıpkı küreselleşmenin kendisi gibi sorgulanmadan alınacak bir şey değil. Sürekli pazarlık gerekiyor. Kimlik pazarlığı deniyor buna. Ömer Faruk Tekbilek mesela. Türkiye’de çok tanınmayan bir müzisyen. Ama uluslararası platformda müzik yapmaya devam eden biri.
Yeni Fransız Şarkısı’nda Cezayir’le yaşanan hesaplaşma ön planda. Paris ve Marsilya’da yaşanan başka bir dünya var. Paris İstanbul gibi bir yer oranın dışında her yer taşra. Ve öteki durumu orada çok sorgulanan bir kavram. Sorgulayıcı isimlere baktığınızda Derrida’yı görüyorsunuz. Bourdieu ile karşılaşıyorsunuz. Fransızlar için ukala deriz. Bir insan fikir beyan ederken genelde ukala görünür. “Bunu sevmem nefret ederim” ya da “Buna bayılırım” derken, onlar sürekli kendilerini deşifre ederler. Bir tür kültürel avantajları var aslında demokratik mücadele gelenekleri olduğu için bence. Dünya müziği kavramı da Fransa’da başladı. Amerika’nın dünyanın hakimi olduğunu biliyoruz. Ama sorgulayıcı gücün de nereden geldiğine bakmak lazım bence. Ben orada bir süre yaşadığım için böyle söylüyorum. Amerika’da yaşamış olsaydım oradan başka bir şey çıkartırdım. Bence önemli olan biraz görmek. Bir yere ait olduğunuzda, bir de bir yere ait olmadan yaşamayı görmek gerek. Yabancı olmak neymiş onu görmek. Kimi, kendi ülkesinde kendisini yabancı hissediyor, kimi bir başka ülkede. Bu yabancılık hissi de dünya müziğinin gelişmesinde önemli rol oynadı. Etnik cemaatlerin etkisi de. İngiltere de yaygın bir Hint cemaati var. Fransa’da da Kuzey Afrika... Amerika ve Avustralya'da Hint var, Çin var, Latin Amerika, İspanyol... Bütün bu yabancı olma durumuyla, farklı etnik cemaatlerin ulus devletler içinde yaşamaya, kültürel olarak üretmeye devam etmesiyle ilgili. Herkes kendi ötekisiyle beraber olma durumu yaşıyor ve başkasının müziğini kendi müziğinin içinden duymak istiyor. Yani herkes iç içe geçmek istiyor. Çünkü o korkulan saflık, arıtmak, ırk ayrımı devam ediyor ama insanlar karışmak da istiyorlar.
Örneğin Amerika’da bir ana akımdan söz etmek mümkün değil. Madonna mı ana akım? Metal’in Rock’un kendi içinde bin bir çeşidi var. Caz başlı başına bir akım. Tekno, Almanya’da baş gösteriyor ve bunun da kesinlikle açıklanabilir bir durum. Müzik çok bağlayıcı olacak. Farklı diller konuşan müzisyenlerin sahnede aynı dili konuşmaları, enstrümanlarını konuşturmaları bence müthiş bir şey. Sözün bunu yapması için daha o kadar çok zaman lazım ki. Cazın büyüsü bu mesela. Enstrümanlar birbirleriyle konuşuyorlar. Ve hepsi birden kendi sesini çıkararak yükselebiliyorlar.
N.N.S: Mimarlıkta gösteri sanatlarında, plastik sanatlarda belli akımların net göstergelerini birden bire değişimlerini algılayabiliyorsunuz. Ama müzikte böyle keskin geçişler yok. Eskiyi de sürekli peşi sıra getiren bir yaklaşımı var. Ama müzik kendi özgürlüğünü hep yaşıyor. Bunu nasıl açıklarsınız. Müzik diğer disiplinlerden neden bu kadar farklı?
N.Ö: Enstrümanınızı sırtlanıp gidersiniz ama tapınağınızı alıp sırtlanıp gidemiyorsunuz. Ya da binanızı alıp gidemiyorsunuz. Sokakta çalarsınız, ama sokakta kendi başınıza bir bina yapayım demeniz çok zor. Müziğin kendi içindeki avantajı bu. Enstrüman-insan ilişkisinden kaynaklanan bir şey bu. Müzikte iletişim daha kolay. Mimaride sokağa çıktığınız zaman kötü örnekler görebiliyorsunuz. Gökdelen mimarisinde roma sütunlarını ya da tarihe referans veren tatil köylerini görüyorsunuz. Club Med’ler mesela. Dünyanın her yerinde aynı tatil sistemini oturtmuş Fransız tatil köyleri... Bunlarla övünüyorlar. Bence bu çok tuhaf bir şey. Ama gitmek çok önemli. Yaşam gitmek üzerine kurgulanmış durumda. On bir ay çalışıp bir ay tatil yapmak hayatın amacı. Çok para kazanıp bilmem nereye tatile gitme mantığı. “Ne yaptın ne göreceksin ki hayatının on bir ayını feda ettin” sorusunu sorduruyor. Çekip gitmek istiyoruz. Amerika’ya gitmenin yollarını arıyoruz. Dünya o kadar da çağırmıyor kimseyi. O yüzden gitme hissi müzikte de var. Uzak doğu müzikleri dinleyerek, dingin bir ruh haline sahip olabileceğimizi düşünüyoruz. Ama televizyonu açıyoruz ve budist rahiplerin birbirleriyle kavga ettiğini görüyoruz. Her şey o kadar absürd ki.
Kaynak:
http://www.okuyanus.com.tr/icerik.asp?IcerikID=729
Yazıyı Tavsiye Et ♫
Yorumlar
Bu yazıya henüz yorum yapılmadı.
Yorumları okumak yada yorum yazmak için sisteme giriniz.