Yazılar
“Uyuyan Güzel”i kim öpecek?Sayı: - 10.04.2006
“Sanat için, sanatın gelişmesi için elverişli ortam yaratmaz kapitalizm; ortalama bir kapitalist sanata karşı bir gereksinme duyarsa, bu ya özel hayatını süslemek içindir, ya da iyi bir yatırım yapmak için...” demişti sanat tarihçisi Ernst Fischer.
20. yüzyıldaki kültür-sanat ortamının serüveni bir ek yapmayı gerektirecek düzeyde: Siyasal manipülasyonlar da şu “ortalama kapitalist”imizin hayatında bayağı bir yer kaplıyor aslında. Süs ve yatırım, manipülasyonu da davet ediyor. Öyle ya, o süsü/yatırımı üreten sanatçı süs ve yatırım unsuru olmayı ya reddederse? Ya ezilenlerin şölenini süslemeye, eşit ve özgür bir topluma yatırım yapmanın yoluna girerse? Ya sahibinin sesi olmaktan sesinin sahibi olmaya, sesiyle o ortalama kapitalistin sömürdüklerini ayağa kaldırmaya geçerse?
Kültürün tarih içindeki gelişimi incelendiğinde “işgal” ve “istila” kavramlarıyla gergin ve huzursuz bir ilişkisi olduğu dikkatlerden kaçmayacaktır. Bugün gelinen nokta ile analoji kurarsak, kavramın sürekli olarak bu pozitif ve negatif kutuplar arasında gidip geldiği tezine katılmamak mümkün değil. “Kültür bulunduğu zemine hâkim olmak kadar, asıl olarak kendini gerçekleştirme meselesidir” diyor Terry Eagleton. Sahip olunan herhangi bir ideolojiyi hâkim kılma çabası her zaman meşruiyet zorunluluğunu beraberinde getirir, gerektirir. Bu meşruiyet zorunluluğu kendini gerçekleştirebilmenin temelidir.
Meşruiyet hâkimiyetin bir bileşenidir, tamam.
“Hâkimiyet milletindir” diyenler ne âlemde peki?
Türkiye, izlediği yol itibariyle her alanda olduğu gibi kültür-sanat alanında da “uygar medeniyetler”e eklemlenme çabalarının ve batılı-şarklı tartışmalarının sürüklediği bir seleksiyon sürecini (özellikle kültür-sanat alanında bu süreç “sentez”, “oryantalizm”, “çok seslilik”, “tek seslilik” gibi kavramları tartışmaya meylettirmiş...) hala atlatamadığının kanıtlarını sunmaya devam ediyor. Bunun yansımalarını “bizim kültürümüz” diyerek fakat yine eklemlenmenin bir başka boyutu olarak öne çıkaran (mesela şarkı yarışmalarında ingilizce temsil edilmek vs.) örneklere özellikle müzik dünyasında sıkça rastlıyoruz.
Bu tartışmalar, gerilimler, huzursuzluklar, genelde gözlerden uzak gerçekleştiği için, toplumsal ölçekte bu huzursuzlukların farkına ancak “kriz”lerle varılabiliyor.
“Kriz”in tarafları ise genelde “ceberrut devlet” ve “aydın” gerilimi olarak ortaya konuyor. Toplumsal yaşamda ortaya çıkan uçurumların aşılması sorunu her iki taraf açısından da yakıcı hale geliyor. “Devlet geleneği”nin korunma refleksi, aydının mahkûm edildiği egosantrik yüzüne çarptığında garip tartışmalar dökülüyor ortalığa. Devletin sınıf karakterinin, aydının da toplumsal sorumluluklarının bu tartışmaya dâhil edilmediği koşullarda ise dökülen tartışmalardan bir şeyler biriktirmek pek fazla mümkün olmuyor.
Aydının “oluşum süreci”nin kendi iç dinamikleri, daha doğrusu, belirli bir formasyon edinene kadar yaşadıkları, eğitim süreci, mesleğini gerçekleştirebilme olanakları, gelişim potansiyelleri ve koşulları, siyasal dinamiklerle ilişkisi, geçim sorunu, bu tartışmalarda en fazla göz ardı edilen başlıklar.
Bugün tüm deneyim ve bilgi birikimleri hiçe sayılarak yine belirsiz bir uçurumu atlatma sorunu ile baş başa bırakılan kültür-sanat insanlarıdır. Ülkemizde kültür-sanat adına açılmış onlarca kurumun (onlarca diye yuvarlatılan kurum sayısı elbette hiç kimsenin memnuniyetini hak etmiyor) yetiştirdiği kültür-sanat insanları; bu alana dair bilimsel ve sanatsal üretimlerin yapıldığını farz ettiğimiz konservatuarlar, tiyatro sahneleri, orkestralar, kütüphaneler, müzeler, konser salonları dikkatlerden kaçmamalı.
Tüm bu saydığımız kurumların kiminin Osmanlı’dan devrolduğunu, kiminin Cumhuriyet’le yaşıt olduğunu kabul edersek, Türkiye’nin kültür-sanat ortamı ve özellikle devletin kültür-sanat alanıyla kurduğu ilişkiye dair birtakım beklentiler içine girmemizin olasılığı artıyor gibi. Kimsenin hakkını yemeye niyetimiz yok ama, sormadan edemiyoruz: Seksen küsur yıllık tarih bugüne kadar ne biriktirebilmiştir? Aydına, kolektif akla ne verebilmiştir?
Memlekette bu alanda yaşananlar bir tarafa, bir de dış dinamik meselesi var. Bir kültürün kendini var etme koşullarını da göz önüne getirdiğimizde, mesela özellikle ABD emperyalizminin, II. Savaş’tan bu yana, gerek kendi ülkesi gerekse diğer ülkelerin kültürel atmosferi üzerindeki hegemonyasının “temelsiz” ve fakat kuvvetli olduğu kabul görmektedir. Yukarıda belirsiz uçurum diye betimlediğim nesnelliğin bir ayağını ABD, AB gibi emperyalist aktörler, diğer ayağını da onların yerel temsilciliklerinin oluşturduğu kültürel ve ideolojik girdiler sonucu var olan koşullar oluşturuyor.
Buna karşı çareyi en ileri nokta olarak “Cumhuriyet ilkeleri”ne sıkıca sarılmakta bulan kültür-sanat insanlarının belli kurumlarla daraltılmış direnç pratikleri, AKP’nin Türkiye kapitalizmi adına temsil ettiği hem milliyetçi hem ümmetçi ama “modern”, hem yerel ama “evrensel”, hem bireyci, hem cemaatçi hem de “birlikçi-bütünlükçü” kültürünün yarattığı bulamaçlı, sürmenaj olmuş kültür-sanat ortamını düzlüğe çıkarmak için yeterli olacak mı?
Bu soruları çoğaltmak mümkündür. Ama artık belli kesimler için uçurumun aynı anda hem çok fazla silikleşmiş ve hem de derinleşmiş olduğunun görülmesi gerekiyor.
Bu yazının odaklandığı başlık TÜPRAŞ, TELEKOM gibi Türkiye’nin en önemli ve köklü kuruluşlarına dönük sermaye egemenliği saldırılarının, daha özgün girişimlerle (ve elbette bu özgünlüğün biricik mimarlarından biri de AKP’li bakan Atilla Koç’tur) kültür-sanat kurumlarında da devam ediyor olmasıdır: Devlet Senfoni Orkestrası, Devlet Opera ve Balesi ve Devlet Tiyatroları’nda özellikle son bir buçuk yıldır yaşananlar bir yeni kriz başlığı oldu.
Evet, Türkiye’de kültür-sanat hayatı bir dönüşüm yaşıyor. Dönüşümün boyutları ve mekanizmaları AKP iktidarı tarafından hızla ve fütursuzca belirleniyor. Hiçbir meşruiyet kaygısı bile duyulmadan gerçekleştirilen (ne de olsa haklı olarak arkasını ABD’ye ve AB’ye dayadığını düşünüyor) bu dönüşümün nüveleri, 2004 yılının şubat ayı itibariyle özellikle Türkiye’nin en köklü opera ve senfoni orkestralarının kapatılmasını öngören akıldışı devretme yöntemleri ile hayata geçirilmeye başlandı. Yani, Kamu Yönetimi Temel Kanun Tasarısı ile çeşitli kültür-sanat kurumlarının (senfoni orkestraları vb.) yerel yönetimlere veya il özel idarelerine devredilmesini öngören yasa ile…
Söz konusu tasarı kültür-sanat kurumlarının dolaylı yoldan özelleştirilmesine imkân tanıyacak düzenlemelerin yolunu açmaya müsait maddeleri ile anayasaya aykırı hükümler içermektedir. Özellikle, Aralık 2004 itibariyle bazı kültür-sanat kurumlarına, sanatçı alımı için açılan sınavların Kültür ve Turizm Bakanlığı'nca ertelenmesi ile de gündeme gelen Kamu Yönetimi Temel Kanun Tasarısı'nın bir "medeniyet" projesi olarak AB'nin bizzat uygulamayı şart koştuğu meselelerimizden olduğunu atlamamak gerekiyor. AB’ye uyum süreci adı altında yapılan yasa değişikliklerinin yarattığı tartışmalardan biri de geçen kasım ayı sonunda gerçekleşen Devlet Senfoni Orkestrası’nın kadro sınavının, Güzel Sanatlar Müdürlüğü tarafından iptal edilmesiydi. Sonrasında ise Devlet Tiyatroları’nın, 29 Kasım ve 3 Aralık tarihleri arasında, Anadolu’daki tiyatrolara kadro alımı sınavı, yapılmasından bir gün önce, Kültür Bakanlığı’nın tavsiyesi ve Devlet Tiyatrosu Genel Müdürlüğü Yönetim Kurulu’nun kararıyla ertelenmesi gerçekleşti. Tüm bu gelişmeler ve Devlet Tiyatroları yasasının değişmesi meselesi kültür-sanat kurumlarının içindeki sivil toplum örgütlerinde de tartışmalara yol açtı. Özellikle bu konuda TOBAV (Devlet Tiyatro Opera Bale Vakfı), TOMEB (Tiyatro Oyuncuları Meslek Birliği), DETİS (Devlet Tiyatrosu Sanatçıları Derneği) ve KÜLTÜR- SEN (Kültür Sanat Sendikası)’in açıklamaları ve basın bildirileri dikkat çekiciydi. Son kertede Lemi Bilgin’in Devlet Tiyatrosu Müdürlüğü görevinden alınmasıyla adeta cadı kazanına dönen tartışmaların seyri özellikle tiyatro camiasının bir araya gelmesinin ilk adımlarına vesile oldu.
Bu adımlar elbette çok sevindirici ve heyecan verici fakat bu adımların gideceği yol nasıl bir yol? Bu yürüyüş nasıl bir yürüyüş?
Şu anda bunların cevaplarını ilk adımı atanlardan beklemek durumunda olduğumuzu tespit etmek gerekiyor: Solun henüz kültür-sanat hayatında güç biriktirmekte, daha derinlikli ve düzeyli bir çerçevede ilişkilerin yeniden kurulmakta olduğu bu evrede (belki geçiş süreci denebilir), aklı, samimiyeti ve örgütleyici yetenekleriyle açacağı yolun ve dolayısıyla yol göstericiliğinin sınırları var bu koşullarda. Örgütlenme, siyasallaşma, toplumsal ütopyalarla aydının pratikleri arasındaki açı, “dışarıdan” müdahalelerle kapanamayacak kadar açılmış durumda. Bu açının kabul edilebilir düzeyde kapanabilmesi için, konumuzu daraltarak ifade edersek, kültür-sanat insanlarının da kolektif aklı, samimiyeti ve örgütlenmenin zorunluluğunu sahiplenebilmesinin, ortak mücadelenin koşullarını yaratmak gerekiyor.
Her şeye rağmen naçizane temennimizin kültür-sanat hayatında da, “sermaye egemenliği” ve onun AKP’de vücut bulan gerici karakterinin hedef alındığı bir tarihsel taraflaşmaya doğru giden birlik olmuş adımlar olduğunu paylaşmak boynumuzun borcudur. Çünkü bugün toplumun, insanlığın ilerici kültürel değerleriyle, gerçek sanat eserleriyle buluşmasını sağlamak gibi bir önermeyi sahiplenmek gerçekten tarihseldir.
Yoksa bundan sonra da kültür-sanat dünyamızı “denetleyen” benzer figürlerle bolca karşılaşacağız: İşte hepimize “pes” dedirten figürlerden biri, Atilla Koç karşımızda…
Kültür kavramının en negatif kutbunu temsil eden (basının adlandırmasıyla) “uyuyan güzel, Bakan Koç”, elbette ki sahibinin sesidir fakat sansasyonel tarzına devam ederse, yine kültür kavramının en pozitif kutbu sayılabilecek bir karşı dönüşümün kültür-sanat hayatımızda vücut bulmasının kapılarını ardına kadar açacağa benziyor. Kendisini, Uyuyan Güzel masalındaki gibi, birileri cezalandırdı da mı uykuya daldı, bilinmez. Ama onun birilerinin uykusunu kaçırdığı kesin.
Uykusu kaçanlar ne yapacak peki?
Cehalet ve çapsızlıkları kuşkusuz ama, meseleyi AKP’nin bir avuç uyurgezer bakanının gafları ve bilgisizliğinin sonucu olarak değerlendirmek ve yine bunlarla mücadele etmenin meseleyi çözeceğini düşünmek, süreci ve yaşananları biraz hafife almak olur.
AKP’nin ülkemizdeki şeriatçı kadrolardan devşirme bir siyasi hareket oluşu Türkiye kapitalizminin emperyalizme bağımlılık ritüellerini değiştirmiyor. Bilakis neo-liberalizmin gereklerini yerine getirmekteki uğraşları bakımından yerli aktörleri fazlasıyla birbirine benzeyen Türkiye kapitalizmi, kimi nüans ve meşruiyet arayışlarındaki farklılıkları ile bir siyasi özne olarak AKP’yi çıkarıyor karşımıza. İç dinamiklere göz attığımızda ülke nesnelliği ve AKP gerçeği ile onun kendi özgün ve özgüllüğünün sonucu olarak her alana musallat ettiği gerici kadroları var. (Belki de bu kadrolar, özel ve öznel tercihlerden dolayı cahil ve fütursuzlar. Özellikle böyleleri mi seçiliyor acaba?) Yani “kimilerinin AB’den gelmesini umduğu özgürlük, onlar için her türden gericiliğin örgütlenme özgürlüğü” olmuş durumda. Toparlayacak olursak; AB emperyalizminin de desteğiyle hayata geçirilen “reform”ların özünde, özelleştirmecilik ve gericiliğin yaygınlaştırılması, bir üst başlık olarak da kültür-sanat alanındaki dönüşümün ideolojik kapsamının sonuçları; bireycileşme-cemaatleşme, kamusal faydanın tamamen geri çekilişi vs. sayılabilir.
İşte bu zihni sinir durum kültür-sanat etkinliği ile eğlence sektörü arasındaki dağlar kadar farkı, akıl sağlığımız açısından tekrarlamamızı gerektiriyor.
Asıl unutulmaması gereken bu uyurgezerlere ve uyutanlara karşı beslenen öfkenin 157 yıllık bir tarihinin oluşu. 1848’ de Komünist Manifesto ile adı konulan ve Avrupa’da işçi sınıfının bir dizi devrimle bilimselleştirdiği öfke bugüne kadar uzanan eşitlik ve özgürlük idealinin sembolü olmuştur. Ve bu tarih hem öfke duymayı hem de öfkeyi mücadeleye dönüştürmeyi öğretmiştir, aydınına, sanatçısına, işçisine, emekçisine...
Uyuyan güzel meselesine gelince…
Bir başka uyuyan güzel daha var sanat tarihinde, Çaykovski’nin o güzelim “Uyuyan Güzel”i… Bir dostuna yazdığı mektupta “Uyuyan Güzel”i en önemli yapıtı olarak düşündüğünü söylüyor: “ ‘Uyuyan Güzel’ benim en önemli çalışmam sayılmalı. Balenin şiirsel konusu müzikal bir akıcılık sağlıyor. Olağanüstü bir beste yaratmak zorunda olmanın sorumluluğunu duyuyorum.”
Biz bu noktadayız: İnsanlığın ilerici birikimine ve eşit ve özgür toplum ütopyasına sahip çıkan herkes gibi, Çaykovski’nin söylediğinden yola çıkarsak, yaşamın şiirselliği ile yeniden buluşabilmek için, olağanüstü bir mücadele örgütlemek zorunda olmanın sorumluluğunu duyuyoruz. İnsanlığın yaratıcı aklına ve duygusuna olan inancımızla, samimiyet ve tutkuyu siyasal bir zeminde yeniden buluşturacağımızdan kuşkumuz yok.
Bırakalım, bizim “Uyuyan Güzel”ler uyandıklarında, kendilerini kimin öptüğünü düşünsünler…
Yazıyı Tavsiye Et ♫
Yorumlar
Bu yazıya henüz yorum yapılmadı.
Yorumları okumak yada yorum yazmak için sisteme giriniz.