Yazılar
Deryck Cooke’un Koruyucu Kanatları AltındaSayı: - 17.04.2006
BBC’ye 1971 Mart’ında girdim ve kendimi, Müzik Sunumu Editörü Deryck Cooke’un koruması altında buldum. Kendisi o zamanlar ellilerinin başında, şişman, ayaklarını süren, çift gerdanlı, büyük kafalı, depresyon ve esprili bir mizah anlayışı arasında gidip gelen bir adamdı. Manchester Guardian’dan Neville Cardus (o da özellikle hayran olduğum bir yazardı) gibi iki düşkünlüğü vardı: müzik ve kriket. Mann ve Keller gibi, o da Beatles’ı ciddi anlamda inceleyen (bu konuda en dikkat çekici yazısı Yesterday’di [The Listener, 1 Şubat 1968, tekrar basımı Vindications’da, 1982’de]), ilk yazarlardan biriydi. Ve herhalde bu incelemesiyle etrafına şok dalgaları yaymıştı, zira o zamanki müzik atmosferinde “ciddi” ve “popüler” arasındaki duvar, henüz yıkılmamış olan Berlin duvarından farksızdı.
Cooke, Beatles’ı kalıcı bir yaratıcı deha olarak görüyordu ve o zamanki “modern besteciler”imizin unutulmalarından çok sonra “Lennon and McCartney”nin hatırlanacaklarından emindi. Mantığı da “tüm müzikler müziktir” idi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avusturya’da turne yapan bir askeri dans bandosunda piyano çaldığından dolayı “standart” ve “hep yeşil kalan” müziklerin nasıl olduğunu iyi biliyordu. Ona göre Liverpool’lu ikili “ ‘yeni müziğin’ özgün yaratıcıları” idiler. Alman/Amerikan türünden ziyade savaş sonrası bir Britanyalı olan, titiz, derin düşünen müzisyen-âlim Deryck Cooke, aynı zamanda Mahler’in Onuncu Senfonisini tamamlayan ünlü kişidir. Bu eser, Eugene Ormandy yönetimindeki Philadelphia Orkestrası ile Kasım 1965’te kaydedilmişti [Columbia Masterworks MPK 45882]. Beethoven’in eserlerini, yüksek volümle, drama ve duyguları içerek dinlemeye düşkündü. Bir sabah, Schmidt-Isserstedt’in Viyana Filarmoni Orkestrası’nı yönettiği, o zamanlar yeni piyasaya çıkmış olan Eroica kaydı [Decca 467 892–2] ofisteki tüm çalışmaları durdurdu, eserin nasıl yönetilmesi ve şekillenmesi gerektiğini konusunda Cooke oradakileri kayıttan yola çıkarak yönlendirdi (haklıydı – geçen gün tekrar dinledim).
İnsanlık ile bilgiyi kaynaştıran muhteşem program notları yazardı. Kendi kuşağının en büyük Wagner uzmanı idi. Bruckner ve Delius’u tanıttı. Müzik onun sabit takıntısı idi, haftada-beş-günlük bir işten ziyade tüketen bir hizmetti. Bana, hırıltılı, yarı-kıkırdayan, solcu işçi sınıfı Leicestershire sesi ile müziğin bir kariyer olmadığını, ömür boyu süren bir yolculuk olduğunu söylerdi. Belçikalı karısından ayrılmıştı ve BBC’nin işyeri aşklarını hiç tasvip etmemesine rağmen, genç sekreteri Hazel ile birlikte yaşıyordu. Mutlu görünüyorlardı. Tütün ve alkol hep yakınlardaydı, bölümümüze bu iki maddenin bayat kokusu sinmişti ve ortam, gün ışığında puslu bir havayı andırırdı.
Sırdaşı olamayacak kadar gençtim ve Deryck Cooke benim için delici bir mantık ve zengin bir kelime haznesine sahip, cömert ve destekleyici bir âmirdi. Günün sonunda ise, o kendi yoluna, ben kendi yoluma giderdim. Birkaç konsere birlikte gittik. On beş yıl sonra, Cooke’un Hoxton-doğumlu Londralı Cockney arkadaşı Bryan Magee’nin Vindications’a yazmış olduğu giriş hatıratını okuyunca, karşıma başka bir portre, bambaşka bir persona çıktı. “Büyük ve sıcak bir ayı”; bir Romantik dönem sonrası modernizm karşıtı; “Her şeyden önce bir duygu insanı” (1959’da yayımlanan çağının öncüsü kitabı, The Language of Music [Oxford University Press] Batı dünyasının notaya dökülen müziğinde sürekli paylaşılan tını ve şablonların duygusal imgelerini işliyordu); artan derecede hayal kırıklığı, tatmin olamamış, karmaşık korkuları, paradoksları ve şanssızlıkları olan bir insan. Gençliğinde bir besteci olmak istiyordu ama savaş sonrası biten bir aşk hikâyesi bu arzuyu sonuçsuz bıraktı çünkü o zamana kadar yazdığı her şey imha edilmişti. Magee, Cooke hakkında, “Onda çok yüksek yeteneklerin garip bir bileşimini gördüm fakat kendisinin de farkında olduğu bu yetenekleri kullanma konusunda çekingen bir alçak gönüllülüğü vardı […] sanatsal veya diğer bakımlardan kendini kabul ettirmekle ilgili bir korku taşıyordu, sanıyorum” diye yazdı.
Edebiyata aç olan ve lisandan çok zevk alan Deryck, bana İngilizce’nin inceliklerini, sözlü ve yazılı dilleri birbirlerinden ayırabilmeyi öğretti. Bir makale yazmak başka bir şey, radyoda süreklilik sağlayacak bir metni yazmak başka bir şeydi. Gramer ve noktalama kurallarının önemini, doğal konuşma kısaltmalarının etkinliğini, başka kişilerin fikirlerini aynen aktarmak yerine yorumlamayı, şarkı metinlerini özetlemeyi vurgulardı. Benim yazılarımı okudu, önerilerde bulundu, düzeltti. Bana ilkeler ve değerler aktardı, özeleştiri araçlarını öğretti. “Alçak gönüllülük, insanın ustalara kıyasla kendi müziksel küçüklüğünün gerçekçi bilincinde olması, bir müzik yazarı olabilmenin ön koşuludur” derdi. Tovey'nin açıklayıcı, yorumlayıcı yazı tarzını (benim gibi) çok değerli bulurdu. Zaman içinde, sık sık hastaneye yatmak zorunda olduğu dönemlerde, iş yükünün bir kısmını üzerime alır, haftalık program akış planını Ely Katedrali’nin eski orgcusu ve koro şefi (karşı cinse karşı Byron türü, efsanevi bir zayıflığı olan) Michael Howard ve Harry Croft-Jackson ile paylaşırdım [Jackson, emekli olmuş, yanak sakallı, sadık bir BBC'li idi ve bir keresinde benim hazırladığım bir yayın senaryosunu reddetmişti. Ancak birlikte (çekmecelerinde şişeler dolusu bulundurduğu) viski içmekte ve zaman zaman “karınla her gece öpüşerek barış” türünden yaşam dersleri vermekte çok iyiydi. Harry, akşamdan kalma durumdaysanız aranması gereken bir adamdı]
RADYO 3'TEN İNSAN MANZARALARI
Music Division'daki işim pek çok değişik insanla ilişkim olmasını sağladı. Bir gün, Deryck'le piyanoda arpeji; (o zamanlar BBC'nin övündüğü yüksek piyano müziği profilinden sorumlu olan) Alan Walker ile Liszt'i; (Xenakis'e aşık olan ve hep pantolon giyen yapımcı) Veronica Slater ile Round House'daki son moderniteyi konuşuyor olurdum. Diğer bir gün ise, Basil Lam ile Haendel ve Beethoven'i; Robert Layton ile İskandinavyalıları; (kadınlar arası tenis meraklısı olan) Leo Black ile Schubert veya Skalkottas'ı; bir Robert Simpson projesinin en son senaryosunu konuşuyor olabilirdim. Savaş öncesi Viyana'sından Freud'cu psikolog, Britanya Radyo Yayıncılığının vicdanı, Franz Joseph Haydn-Arnold Schönberg yaylı dörtlü ustası, futbol hastası, Hans Keller, bazen odama uğrayıp bir tezi madde madde tartışmaya başlardı. Bu durumlarda, arkadaşı ve idman eşlikçisi Deryck, boğulmakta olduğumu hissedip beni kurtarırdı.
Beni pek zorlamayan tek ilişki, Nick’le kurduğumdu. Garip bir kafatası yapısı olan Nick, eski dönem müzik dünyalısı idi, Oxford'da modern tarih okuyordu, radyofonik olmayan bir sesi vardı, Proms bölümünde yaz stajı yapıyordu, çok iyi kahve pişiriyordu ve gazeteci olmak istiyordu. İyi bir beyine sahipti, politik açıdan kurnazdı ve başarılı da oldu. Kaderin cilvesi işte, bir gün Radyo 3'ün Kontrolörü (1992), ardından da Proms'un Direktörü (1996) oluvermişti. Kaderin bir diğer cilvesi ise şuydu; kızı Anna'nın yapımcılığını üstlenmiştim. Eser, Britten'in bir koral eserinin kaydı idi ve Müzik Kütüphanemizin kokulu bağırsaklarından gelen bir yaşıtım, Ron Corp tarafından yönetilmişti [Naxos 8.553183]. Böyle bir tesadüf kimin aklına gelir ki?
Nicholas Kenyon… Britanya İmparatorluğu’nun Komutanı… müziğe ve milenyum radyo yayımcılığına hizmetler. Güya daha kültürlü, kesinlikle daha kibar bir kişi ise yazar ve radyo yayıncısı John Amis idi. Amis, “herkesi” tanıdığını iddia ederdi, (kurucusu) Glock için ünlü Dartington Müzik Yaz Okulu'nu yönetirdi ve bir gün beni okula, Alkan ve Roberto Gerhard üzerine (hayli kötü geçen) bir iki ders vermem için çağırmıştı (gazetecilerin, aktörlerin ve politikacıların uğrak yeri olan Greek Caddesi’ndeki eski Macar lokantası) The Gay Hussar'da uzun öğle yemekleri ve önemsiz sohbetler ve bunların üstüne içilen Bull's Blood, bu ilişkilerden aklımda kalan nadir şeyler.
Yazıyı Tavsiye Et ♫
Yorumlar
Bu yazıya henüz yorum yapılmadı.
Yorumları okumak yada yorum yazmak için sisteme giriniz.