Yazılar
Budapeşte’de lirik bir Akdenizli ses: Tulû İçözüSayı: - 02.05.2006
Budapeşte’de bir Opera Sanatçımız var: Tulû İçözü. Tulû... Yani doğuş, günün doğuşu. Lirik bir Mezzo Soprano sese sahip. Kentin Peşte yakasında iki Macar kardeşle aynı evi paylaşıyor. Küçücük odasının penceresinde yetiştirdiği arsız sardunyalarda, aslanağızlarında ve papatyalarda o çok özlediği İstanbul’u kokluyor. Tuna nehrinin kıyısında, kendi iç sesinin kıvrımlarını keşfe çıkıyor her gün doğumunda. Ve gün batımlarında Margit adasında, leylakların arasında, yaklaşmakta olan konserinin parça ezberlerine çalışıyor. Sesinden doğuyor Tulû, her gün yeniden...Çalışması için gereken (zar zor kiraladığı) ve August adını koyduğu yaşlı piyanosu, onun biricik dostu.
Tulû İçözü, Avrupa'nın en önemli müzik okullarından Ferenc Liszt Müzik Akademisi' nin yüksek lisans sınavını 60 öğrenci arasından seçilerek kazandı. Ünlü Macar Tenor Gulyas Denes ile lied ve oratoryo yorumu üzerine iki yıldır ihtisas yapıyor. Sanat politikası olmayan Devletimiz, kendisine destek için dosyası ile başvuruda bulunan ‘öz evladı’ sanatçısına “sıradan bir başvuru dosyası” muamelesini reva gördü ve destek vermedi. O, çocukluğundan gelen ‘denizci’ kimliğinin verdiği azim ile yılmadı, maddi olanaksızlıklardan yüksünmedi. Budapeşte’de ilk yılını yüce yürekli bir sanatseverimizin katkıları ile okuyabildi. Bu yıl, kendi sınırlı olanakları ile okuyabiliyor. Ya önümüzdeki yıl?
O, sanatın gizemli merkezlerinden Budapeşte’de, bir yandan Ferenc Liszt Müzik Akademisi'nde Opera Ana Sanat dalı üzerine yüksek lisans eğitimini başarıyla sürdürürken, bir yandan da bu sezon Uluslararası Tiyatro Festivali'nin açılışında Merlin Tiyatrosu'nda sergilenen İspanyol-Macar ortak yapımı
OPERADAKİ SIR adlı oyundaki performansı ile, Macar sanat eleştirmenleri tarafından alkışlanıyordu.
Tulû İçözü 1978 Yılında İstanbul'da doğdu. 1988 yılında Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvan giriş sınavını kazandı. Keman bölümünde tam zamanlı öğrenci olarak Zeynur Erengönül ve Nuri iyicil ile çalıştı. İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası Çocuk Korosu'na katıldı.
...Benim müziğe olan yeteneğim 5 yaşındayken, şarkı söyleyen oyuncak bebeğimin şarkılarını taklit ederek söylememle keşfedilmisti. Çocukken piyano çalmak beni daima cezbederdi. Maddi olanaklarımız yeterli olmadığından, ailem bu isteğimi karşılayamadıkları için oldukça üzüntü duymuşlardı. Kendimi çoğunlukla şarkı söyleyerek ifade ediyordum. Ailem sanata başlamamda çok büyük destek oldu. On yaşında konservatuvar sınavına götürdüler.Keman Bölümünü kazanmamla maceramız başladı. Maceramız diyorum, çünkü bu, bugün dahi süre gelen ailemin de macerası.11 yaşında 5 oktav orgu 5 aile birleşerek aldılar. 12 yaşında piyano almaları gerekti, 2 sene piyano taksiti ödediler, piyano aldılar.Desteklerinin sadece maddi anlamda olduğunu söylemek çok büyük haksızlık olur.En önemli destekleri, duygusal boyutta evlatlarına kaybetmedikleri inançları ile oldu.
Ben Keman Bölümünde sanatla tanışma çabasındayken harika bir hocam vardı. Evimizden neşesi hiç eksik olmazdı. Ben kendisini ‘hayatta yapılabilecek en güzel kaza’ olarak nitelendiriyorum. Zeynur Erengönül...kendisiyle çalışmak o yaştaki bir çocuk için hayattaki en büyük şans ve deneyimdi. Çocuk, ona rağmen sanata daha nasıl tutunulabilir’in çabasini ilk ondan ogrendi. Düzeltilmeyi bekleyen teknik hatalar, bilinmezliklerin acınası savaşı, buna rağmen hergün usanmaksızın yapılan sekiz saatlik egzersizler ve çocuk sorunu bulamadı..Büyüyünce anladı ki, yetişmekte olan ağaca aşı ters yapılmış. Çocuğa sanat değil, kendilerindeki ‘sanata dair mutsuzluk’ aşılanmış. 10 yaşından 14 yaşına kadar kendisiyle çalıştım. Kendisi daima beni müzik aleti değiştirmekte, müzik yapmamakta ya da benim kemancı olamayacağım konularında çok yapıcı eleştirilerde bulundu. Fakat ilginçtir ki benim karakterimde bu tür olumsuzluklar, beni daima azme teşvik eder. Daha çok isterim o şeyi. Mesela bana, “sen kemancı olamazsın” dendiği zaman, ben kemancı olmak için daha çok çalışırım. Çalıştım da... ama aşılanan mutsuzlukla ileri gitmek ne kadar mümkün?...haftada iki saat olan derslerimizin konusu keman değil, hoca veya alet değistirmem olunca sonu görmek ben ve ailem icin pek zor olmadı...Konservatuvara ara verdim. Bütün bu olumsuzluklara rağmen, daima içimde şarkı söyleme isteğimi taşıdım. Diyebilirim ki, yanlış aşı ağacı öldürmedi. Artık tek hedefim, şarkı söylemekti. Onun için kendisini, ‘hayatımda yaptığım en güzel kaza’ olarak değerlendiriyorum Çünkü beni, içimde gerçekten istediğim sanatın ne olduğunu sorgulamaya teşvik etti. Ve şarkı söylemekle tanıştım. Çok mutluyum ki bu seçimi yaptım hayatımda. Hayal edin, küçük bir dokunuş ve bambaşka bir dünya, sınırsız, doyasıya özgür. Gerçekten, her şarkı söylediğimde yüzümdeki gülümseme daha çok artıyor.
Tulû İçözü, 15 yaşındayken Mezzo Soprano olarak Prof. Mesut İktu Şan sınıfı öğrencileri arasına girmeye hak kazandı. Yedi yıllık şan bölümü eğitimini 2000-2001 Öğrenim yılında bitirerek, Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarı'ndan mezun oldu. İstanbul Devlet Opera ve Balesi'nde 1999 - 2000 sezonunda sahnelenen Samson Dalila operası korosunda görev aldı. Prof. Mesut İktu ile yüksek lisans programı kapsamında Lied yorumu ve stil bilgisi öğrenimi gördü.
...Mimar Sinan Üniversitesi’ndeki hocalarım Mesut İktu ve Tülin İktu...İktu Ailesinin üzerimdeki emekleri ödenemez. Yetişmemde ve gelişimimde aile olarak çok büyük emek ve destek verdiler. 15 yaşından itibaren başlayan ve bugün dahi süregelen destekleri ile bana şarkı söyleme şevkini aşılayan , bu zevki yaşatan, bu dünya ile tanışmamı salayan hocalarım oldular..
2000-2004 sezonları arasında İstanbul Devlet Opera ve Balesi eserlerinde ‘Yevmiyeli Sanatçı’ unvanı ile görev aldı sanatçımız. Yaptığımız bir araştırma ile yevmiyeli sanatçıların Devlet Operası’nda oyun başına 35 ila 40 YTL ücret aldıklarını öğreniyoruz. Sanat kurumlarında kadroların boşalmaması, yeni kadroların açılamaması üzerine farklı bir yorum getiriyor sanatçı.
..Yevmiyeli çalışmış olmaktan yakınmıyordum Tabi yevmiyeli olmanın bir yerde yakınmayı da beraberinde getirdiği anlar var. Ama siz sorunuz içinde, “eski kadrolar boşalmıyor genç sanatçılar için” dediniz. Burada ben ülkemi sanat politikasından dolayı hatalı buluyorum. ‘Sanatçının eskimişi’ sözüne inanmıyorum. Gencine yaşlısına değil, üreten sanatçıya inanıyorum. Eski kadroların boşalması gerekmiyor. Türkiye’nin sanata değer vermesi , sanatçı için ortam hazırlaması ve sanata bakış açısını değiştirmesi gerekiyor. Ben bunda kurumları sorumlu tutmuyorum, anlayışı sorumlu tutuyorum. Kurumlar kendi içlerinde ellerinden gelen çabayı gerçekten sarfediyorlar. Devletin sanat politikasını sorumlu tutuyorum. Devlet, sanatçıya gereken değeri veriyor mu acaba? Ben bunu sorguluyorum. Kurumlar içinde misyonunu çok iyi bilen insanlar var, sanat için çok çaba sarfeden insanlar var. Fakat sanatçının üzerinde taşıdığı bu sorumluluğu Devletin uyguladığı sanat politikasi yeterince taşımıyor, onlarla paylaşmıyor.
Yaşı ilerlemiş sanatçıların, hocalık yaparak deneyimlerini aktarmaları konusunu açıyoruz.
..bir sanatçının bunu kendine söylemesi ne kadar kolay olabilir? Ne zaman kendini sanattan geri çekebilir? Ya da sanata ne zaman sırtını dönebilir? Ülkemizde sanattan para kazanmak çoğunlukla söz konusu değil. Mesela, burada Budapeşte’de de kurumların, operaların, tiyatroların, herkesin maddi sıkıntısı var, yok değil, ama devletlerinden destek görüyorlar. Sanat, toplumun kendini ifade tarzı olduğu için, sanatın toplumun benliğini sergilemekte bir araç olduğunu düşünerek, devlet politikaları sanatı oldukça destekliyor. Gerçi ben sanatın emekliliği olduğuna inanmıyorum. Yaşı gelmiş, kendilerinin sahne üzerinde performansları ile değil, artık kendi köşelerinde uretkenliklerini belli ölçüde devam ettirebilecekleri kanısında olan kişiler, evlerine geçtikleri zaman standartlarını sürdürebiliyorlar.Ülkemizde ise yaşam standartlari çok zor. Ne yapabilir bir sanatçı emekliliği geldiği zaman? Ne şartlarda yaşayabilir? Eğer devlet, öncelikle vatandaşının önceliğini, yaşam standartlarını önemser ise, sanata ve insana yatırım yaparsa , o zaman kadro sorununun kalacağını sanmıyorum.
Tulû İçözü, 1 -15 temmuz 2002 tarihleri arasında Budapeşte’de, Liszt Akademi ve Budapeşte Operası tarafından düzenlenen Majk Müzik Festivaline katıldı. Magda Nador , Keönch Boldizsar, Denes Gulyas ve Krisztina Laki ile Masterclass çalışmaları yaptı. Festivalin kapanış konserini farklı milletlerden seçilen 15 kişi arasına girerek Festival kapanış konserini gerçekleştirmeye hak kazandı. Ferenc Nagy yönetimindeki Budapeşte Opera Orkestrası eşliğinde Mozart'ın Figaro'nun Düğünü operasından Cherobino'nun
Voi che sapete aryasını seslendirdi.Opera sanatının dünyada kan kaybettiği yolunda görüşler olduğunu söylediğimde, sanatçı umudunu farklı örneklerle dile getirdi.
..Operanın kan kaybettiğini düşünmüyorum. Budapeşte Operası’nın sabah 11.00 matinelerine gittiğinizde, Madame Butterfly seyreden 7-8 yaşında, 10 yaşında, smokinlerini, tuvaletlerini giymiş kızlı erkekli çocukları görüyorsunuz. Sabah 11.00 matineleri bir operacı için oldukça zor performanslar. Biz nasıl ki ülkemizde çocuk oyunları oynuyorsak, onlar da çocuklara Madame Butterfly oynuyorlar. Bu tamamen genç kuşaklara yatırım oluyor. Çocuklar da tuvaletlerini, smokinlerini giyip Opera’ya geliyorlar. O dünyayı üç saat, dört saat uyumadan, sıkılmadan, birbirleriyle konuşmadan seyrediyorlar. Ben, böyle aşk aşılanan nesillerin bu sanatı öldürmeyeceğini, bu sanatı yaşatacağını düşünüyorum. Daha güzeli örneğin burada, piyano sanatçısı Schiff Andras, sezon başında her çarşamba saat 12.00’de çocuklara özel performanslar yapıyordu. Bir sonat çalıyor ve çocuklara her ölçüyü açıklıyor. “Niçin burada bu nota? Niçin burada bu armoni?” Anneler, babalar, okullar, çocukları özel olarak bu dinletilere getiriyorlar ve sanatı algılamalarını sağlıyorlar. En azından dinledikleri zaman, dinledikleri müziğe yabancı yetişmiyor çocuklar. Kültürler böyle verildiği sürece, ben dünyada sanatın varlığının yeryüzünden silineceğine inanmıyorum.Günümüzün finansal problem adı altında hayatımıza yerleşen Materyalizm’i, tabii ki Opera Evleri ve büyük prodüksiyonların başlıca sorunu. Bu Sanat Kurumlari yazık ki yaşamın kaynağı haline gelmiş para fikrine karşı dirençlerini kaybetmeme savaşı içindeler. Ben bu büyük savaşı daima sanatın kazanacağına inanıyorum.
Türkiye’de Opera, halka sevimsiz gösterilen bir sanat. Ulaşılması, izlenmesi zor bir sanat olarak sunulur Opera.
...Halkımıza sanat sevgisi veriliyor mu? Son dönemde insanlarımız televizyon başında, kendilerinin olmayan hayatlarda kendilerini arıyorlar. Halk, sanatın ne ifade ettiğini veya sanatın kendilerini nasıl ifade edebileceğini bilmiyor. Biz toplum olarak genelde sanata yabancıyız. Temelinde farklı bir kültür yapısı taşıyan Opera sanatına da daha yabancıyız. Beni üzen nokta, bana “hangi sanat dalıyla uğraşıyorsunuz?” diye sorulduğunda, opera şarkıcılığı, diyorum. “Ha, bağırıyorsun yani!” cevabı almak, beni çok yoruyor açıkçası. Sanatın “bağırmak” olarak nitelendirilmesi, bizim nesillerimize yeteri kadar veremediğimiz eğitimden kaynaklanıyor. Opera sanatı çoğunlukla ülkemizde “bağırmak” olarak algılanıyor. Fakat bu noktada kurumlar suçlu değiller. Türkiye Cumhuriyeti’nin başta sanata ve sanatçıya daha çok destek olması gerekiyor. Opera Evleri açıp halka sanat aşılamadan, kurumların çabası ile sanatın vatandaş tarafından sevilmesi beklenemez. Klasik sanatların, sergilerin, sanat arayışlarının daha çok desteklenmesi gerekiyor ki toplum, kitap okumaya, tiyatro seyretmeye, opera dinlemeye, yeni sanatları araştırmaya yönelsin. Böylece, Opera Evleri de daha mutlu bir üretime geçebilirler.
Tulû İçözü, 2003 - 2004 öğrenim yılında beraberinde yarıştığı 60 kişi içinden seçilerek öğrenim görmeye hak kazanan tek öğrenci olarak Budapeşte Ferenc Liszt Müzik Akademisi yüksek lisans Lied ve Oratoryo programında ihtisas yapmaya hak kazandı. Eğitimini Budapeşte Ferenc Liszt Müzik Akademisinde sürdürüyor.
...Budapeşte’de olmaya karar vermek kolay olmadı tabi. Çünkü, bütün hayatımın düzenini değiştirmem gerekti. Ama çok zevkli bir karardı.Yeni bir kültürle tanışmak, farkli bir dil öğrenmek, ilk bakışta çok yabancı sonradan iyi dost olan diğer kültürün insanları ile beraber olmak, hayata farklı açılardan bakmak, insanın kendine,hedeflerine daha özgür ve değişik açılardan yaklasmasi , yeri geldiği zaman kendine daha eleştirel bakabilmesi, bunların hepsi cazip fikirler... Bunları insanın bire bir yaşayabilmesi için bence ortamını değiştirmesi gerekiyor. İnsanın ülkesini değiştirmesi, farklı bir kültürün içinde varolmaya çalışması, onu geliştirmeye daha çok yönlendiriyor. Dolayısıyla, bana çok cazip geldi. Tabi bu kararımda, buradaki hocamın, Gulyas Denes’in beni Budapeşteye yerleşmek konusunda cesaretlendirmesinin çok büyük katkıları var. Gulyas Denes, Budapeşte Devlet Operası’nda solist ve Macaristan’in önemli bir Opera Sanatçısı. Tanıdığıma çok mutlu olduğum, 23 yaşımdan itibaren beni yapıcı yönde eleştiren, daima destekleyen, gençlere verecek düşünce ve eleştirileri ile önemli bir hoca ve iyi bir dost. Çok güzel bir sözü vardır bana; birşeyi deneyeceğim zaman, “Deneme! Yap !” der. Bu benim için çok önemli bir kazanım: ‘deneme, yap felsefesi’.
Budapeşte’de yaşam koşullarının zorluğu üzerine konuştuk bir süre. Sanatçımıza ‘orada bursla mı okuyorsunuz’ diye bilmeden sorduğumda, insanın içini acıtan, yüreğini burkan sözler işittim. Duyduklarım karşısında, utandım.
...
Hayır bursla okumuyorum. Budapeşte’de ilk yılımı bir sanatseverin yardımıyla okudum. Bu yıl kendi imkânlarımla okumaya devam ediyorum. Önümüzdeki sene için çeşitli arayışlarım var açıkçası.Ama ‘ne gibi olanaklar yaratacağım’ tartışma konusu. Olanaksızlıklardan hiç yüksünmüyorum açıkçası. Şarkı söylemek için vücudumu ve ruhumu diğer dünyaya her açışımda doyuyorum ben. Yaşadığım haz ile kıyasladığımızda maddi doyumsuzluklar hiçbir zaman beni yıldırmıyor. Genç sanatçılar yetiştiriyoruz, genç beyinler yetiştiriyoruz. Konservatuvarlarımız gerçekten dolup taşıyor. Gerçek anlamda sanata çok büyük bir ilgi var. Peki, bu insanlar ne kadar destekleniyorlar Türkiye Cumhuriyeti tarafından? Ben dosyamı maddi imkansızlığım nedeni ile gerekli mercilere ilettiğim zaman “bizim elimizde 600 tane böyle dosya var” cevabı aldım.Ya da hiç cevap alamadığım başvurularım da oldu. Benim için bu umursamazlıklar üzücüydüi.Çünkü, 600 tane genç beyin, 600 tane Türkiye, başvuruda bulundu kendi Cumhuriyeti’ne. Sanırım, kendi içimizdeki bölünmelerden dolayı, bir takım şeyleri unutuyoruz biz. Gençler bu bayrağı ne kadar taşıyabilirler veya ülke nasıl kalkınabilir bu gençlerle? Bir gencimiz dışarıda gelişimini tamamladığı zaman, onun dışarıda olması ülkesine ne kadar büyük bir katkıda bulunur? Bunun cevabı, “600 tane dosyadan biri de sizsiniz, kusura bakmayın ama bu ülkemiz için sıradan” değil...Bunun cevabı, “ne yapabiliriz”dir, bunun cevabı, “biz bu gençleri Türkiye olarak nasıl destekleyebiliriz” olmalı bence.
Tulû İçözü Budapeşte’de konserler veriyor, ayrıca bu yıl Merlin Tiyatrosu’nda Carlos Rodero’nun yönettiği Javier Tomeo’nun ‘Operadaki Sır’ oyunundaki performansı ile övgüler aldı. 22 Mayıs’ta ‘Ferenc Liszt Müzesi’nde Mozart, Schubert, Brahms, Grieg, de Falla, Schostakowitch, Sun ve Britten’ın eserlerinden oluşan konseri için yoğun bir çalışma temposu içinde şu sıralar.
...Carlos Rodero, Budapeşte’de isminden övgü ile söz ettiren çalışmaya ve üretmeye asla doymayan İspanyol asıllı bir yönetmen. Tanışmamız hoş tesadüflerle oldu. Beraber çalışmamız, yaptığım iki saat süren dinletiye dayanıyor.Her önerdiğim yeni parçada yeni bir gülümseme ile iki saat nasıl geçti doğrusu anlayamadık. Oyunun ana karakterinde: Her Opera sanatçısının içinde kendisi ile savaşan bir benlik var. Olmak istediği ideal ve şimdi. Alter-Ego, kariyerinin zirvesinde bir opera sanatçısının kendi benliğinde yaşadığı iç çatışmalarının, korkularının, kâbuslarının, sahnedeki diğer yüzü. Benim için bu rolü canlandirmak çok farklı ve güzel bir deneyim oldu. Çok değişik bir karakterdi, çalışmaktan çok zevk aldım. Önümüzdeki sezon, oyun devam edecek gibi görünüyor. Merlin Tiyatrosu ile yeni anlaşmalar var. Aynı rejisörün bana getirdiği çeşitli yeni teklifler de var. Umarım oyun devam eder ve Alter-Ego ile tekrar buluşuruz.
Söyleşimizin sonlarına doğru sanatçının hedeflerini, ideallerini konuştuk.
Hedefim, açılabildiğim kadar uzaklara açılıp, güzel şarkı söyleyebilmek. Sanatı olabildiğince iyi ifade edebilirsem eğer, çok mutlu olacağım Eğitimimi burada sürdürmek istiyorum. Tadabileceğim ölçüde yurtdışı deneyiminin bu sanat dalında beni o ölçüde geliştireceğine inanıyorum. Hedeflerim arasında, olabildiğince dil öğrenmek var. Kişiyi diğer kültürlere daha yakın kıldığı gibi, Opera Sanatı ve yapmayı hedeflediğim kariyer adına da başlıca şartlardan biri olarak düşünüyorum. Bir dil biliyorum, Macarca çalışıyorum, İtalyanca ve Almanca altyapım var, o dillerimi de geliştirmek için elimden gelen çabayı sarfediyorum. Bu yaz, burada kalmaya çalışıyorum, önümüzdeki yıl da eğitimime devam etmek istiyorum. Amacım, Nisan 2006’da Budapeşte Devlet Operası’nın açacağı odisyon (seçmeler). Hedefim, Budapeşte Opera Studyosu. Tabi bunun için çok ağır şartlarda çalışmam gerekiyor. Ama maddi durumum elverdiği sürece, burada kalmaya devam etmeyi arzuluyorum. Türkiye’de Opera’da performans sergilemek benim için en büyük mutluluk olur. Fakat burada hocamla çalışmaya devam etmek, sanatı diğer yönleri ile algılamaya, kendi içimde gelişmeye, araştırmaya, daima farklı yönler sunmak için yeni adımlar atmaya ihtiyacım var. Sanatı yaşam tarzı olarak benimseyen herkes gibi. Budapeşte buna elverişli bir ortam ve sayısız olanak sunuyor bu konuda. Ben de şartlarım elverdiği sürece burada kendi içimde sanatı araştırmaya devam edeceğim. Türkiye’de performans sergilemek için çeşitli projelerim de var. Burada çeşitli girişimlerim var, buradaki müzisyenlerle birlikte kendi ülkemde bir performans sergilemek gibi. Hiçbir zaman üllkemi unutmuyorum, ülkemi seviyorum. Dolayısıyla buradayım.
Bir Macar şair Budapeşte için ‘Sekizde bir Cennet’ demiş, Tulû İçözü ise, bu kenti ‘sanatı her köşebaşında yakalayabileceğiniz bir sanat şehri’ olarak tarif ediyor.
Budapeşte’de olduğum sürece, sanatı daha çok yaşayabilmek için bir gün daha borç istiyorum Tanrı’dan. Bu sözlerle bitirdi söyleşimizi. Tulû İçözü niteliğinde sanatçılar, 40 yılda bir gelirler dünyaya. Yeteneklerini geliştirmek için uygun koşullar yaratılırsa, kimse tutamaz artık onları. Tulû İçözü birkaç yıl sonra dünyanın sayılı Opera salonlarında seyircilerini büyülediğinde, o salonlardan taşıp Türkiye’den duyulduğunda alkış sesleri, şimdi sanatçısına sahip çıkmayarak onu sıradan bir dosya olarak gören (kültür-sanata yön veren) Devlet mercileri nasıl hissedeceklerdir kendilerini? Utanacaklar mı o gün? Ne dersiniz?
Yazıyı Tavsiye Et ♫
Yorumlar
Bu yazıya henüz yorum yapılmadı.
Yorumları okumak yada yorum yazmak için sisteme giriniz.