Yazılar
Mozart’ın 250. Doğum GünüSayı: - 09.05.2006
Deha, Mozart’tan önce de vardı. Ancak, daha önceki hiçbir deha ve onun ürünleri iletişim araçları ve kitle kültüründeki memetik bulaşma aracılığıyla onunki kadar yaygın ve bilinir hale getirilmemişti. Forman’ın 1984’te çektiği Amadeus filminin ardından 80’lerin kalanını kaplayan Mozart çılgınlığı, büyük sanatçının 250. doğum günü dolayısıyla yeniden canlanacak gibi görünüyor.
Salzburg, 17. yüzyıl başında Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu’nun devamı olmak iddiasında olan Habsburg İmparatorluğu sınırları içinde kalan; ancak feodal siyasetin karışıklığı içinde yöneticilerini doğrudan Vatikan’ın seçtiği küçük bir psikopos prensliğinin merkeziydi. Şehrin soyluları arasında sanatla, özellikle müzikle ilgilenmek bir gelenekti ve şehir dönemin önemli saray orkestralarından birine sahipti. Şehir, bir yanda Venedik, Mantua ve Milan gibi Latin diğer yanda Venedik ve Prag gibi Tötonik müzik geleneklerinin arasında, onlardan beslenen, bununla birlikte kendine özgü bireşimler oluşturan yaratıcı müzisyenler yetiştiriyordu.
Mozart bu şehirde, 27 Ocak 1756’da doğdu; Chrysostomus Wolfgangus Theophilus (Gottlieb) Mozart olarak vaftiz edildi. Yakınları ona hitap ederken bu adlardan Wolfgang’ı, genellikle “Wolfgangerl”e dönüştürerek kullanıyorlardı. Daha sonraları tanınmış bir besteci ve virtüöz haline gelirken, Katolikliğin ortak dili olan Latince’nin etkililiğine de sığınarak “Tanrı’nın sevdiği” anlamına gelen Amadeus’u daha sık kullanacaktı.
Baba, Leopold Mozart saray orkestrasında şef yardımcısı ve Avrupa konservatuarlarında yüzyıllarca okutulacak
Keman Çalmanın Temelleri Üzerine Deneme kitabını yaşayan tek oğlunun doğduğu yıl yayımlamış olan önemli bir müzik adamıydı. Anne Anna Maria (Pertl) Mozart, prensliğin önde gelen memurlarından birinin kızıydı. Çeşitli biyografi yazarları çiftin birbirlerine duydukları tutku ve gösterdikleri uyumun Salzburg ahalisinde saygı ve imrenme duyguları yarattığından söz ederler. Leopold Mozart hem bir besteci hem orkestra yöneticisi olarak döneminin büyük adlarından olabilecek yetenekteydi. Ancak hem kızı “Nannerl”in (Maria Anna Mozart) hem daha üç yaşında klavsen çalmaya başlayan oğlunun gösterdikleri yetenek onda, çocuklarına doğuştan verilmiş bu armağanları geliştirmenin bir görev olduğu duygusunu uyandırmıştı. Bu yüzden Leopold Mozart kendi kariyerini ihmal etmeyi göze alarak kendisini kutsallık taşıdığını düşündüğü bu göreve adadı. Çocuklar çok erken yaşlarından itibaren babalarından müzik eğitimi aldılar. Müzik her ikisinde de neredeyse doğal bir tutku olduğundan gereken disiplinin sağlanması kolay oldu.
Deha niteliğindeki yeteneğin biraz disiplinle mucizeye dönüşmesi çok zaman almadı. Altı yaşındaki Wolfgangerl ve ondan dört buçuk yaş büyük olan ablası önce Salzburg’un psikopos-prensi ve halkı önünde çeşitli konserler verdiler; bunu Münih’te Bavyera prensi ve Viyana’da Habsburg Kraliyet ailesi önünde gerçekleştirdikleri konserler izledi. Daha sonra Leopold Mozart, mucizeyi Avrupa’da tanıtma kararı aldı. Bütün aile 1762 Ekimi’nden 1766 Kasımı’na kadar sürecek Paris, Londra, Den Haag ve Cenevre başta olmak üzere Akdeniz Havzası’nın kuzeyinde, İskandinavya’nın güneyinde kalan çok geniş bir bölgenin önemli şehirlerini kapsayan uzun ve yorucu bir turneye çıktı. Turne sırasında Fransız, İngiliz ve Hollanda Kraliyet ailelerine özel konserler verildi. Turne sırasında aile dönemin ölümcül hastalıklarından tifo da dahil olmak üzere birçok hastalık atlattı. Özellikle çocuklar ve baba defalarca ölümün eşiğinden döndüler. Turne başladığında henüz altı yaşında olan Mozart, bu yolculuklar sırasında hayat boyu çekeceği romatizma illetine tutuldu. Birçok yorumcu Mozart’ın ömrünün kısalığını, bu çok küçük yaşta çıktığı tüketici turnenin yıpratıcı etkilerine bağlar ve Leopold Mozart’ı para ve şöhret uğruna çocuklarını sıkıntılı maceralara sokmak ve sömürmekle suçlarlar. Bir kısım yorumcu ise onda, müzisyenlerin emeklerinin karşılığını ne gelir ne de toplumsal statü bakımından bulabildikleri bir çağda, kendi olağanüstü yeteneklerinin feodalite çağından kalma köhne kurumlar içinde çürümesinden çok etkilenmiş bir adamın, dehanın ötesine geçen niteliklere sahip oğlunun yazgısını kendisininkinden farklı kılmak için didinmesini görürler. Sonuçta bu yorumlardan ilki, ikincisinin işaret ettiği motivasyona gölge düşürse de, Leopold Mozart’ın çabaları olmaksızın tarihin gördüğü bu ilk ‘star’ın ortaya çıkması mümkün olmayacaktı.
Salzburg’daki bir yılın ardından aile Viyana’da bir yıl geçirdi. 1769’la 1773 arasında Mozart babasıyla üç kez İtalya turuna çıktı. Venedik ve Bolonya’da dönemin önemli müzik adamlarından bazılarıyla tanıştı; Filarmoni Akademisi’ne üye olarak seçildi. İlk operası Lucia Silla Milano’da sahneye kondu; böylece genç besteci operanın anayurdunda kendisini kabul ettirmiş oluyordu. Papa kendisiyle özel bir görüşme yaptı ve Katolik müzisyenlere Kilise tarafından verilen en büyük ödül olan “Altın Mahmuz” nişanını ve şövalyelik beratı sundu. O zaman on dört yaşında olan Mozart hala bu nişanı almış en genç besteci ünvanına sahiptir. Mozart’ın İtalya serüveni hakkında, onun etrafında oluşturulan deha halesini yoğunlaştıran söylentilerden biri, onun her yıl Noel sırasında sadece iki kez Sistine Şapeli’nde düzenlenen özel ayinlerde icra edilen ve notalarının Vatikan dışına çıkarılması yasaklanmış olan Gregorio Allegre’nin Miserere adlı yapıtını yalnızca bir kez dinledikten sonra, aynı günün akşam saatlerinde bütünüyle porteye döktüğü ve elinde notalarla dönerek Misesere’de birkaç küçük düzeltme gerektiğini söylemiş olduğudur.
Salzburg Prensliği’nde 1772’deki taht değişimi, ailenin yazgısında dramatik bir kırılma yarattı. Gerçek bir müziksever olan önceki psikopos, Leopold Mozart’ın orkestra şefi yardımcılığını elinden almadan, şehrin büyük mucizesiyle turnelere çıkmasına göz yumuyordu. Halefi olarak seçilen psikopos ise onun kadar cömert olmadı ve İtalya gezileri sona erdikten sonra baba Mozart’ın görev yerini terk etmesine nadiren izin verdi. 1778’de Münich, Mannheim ve Paris’i kapsayan yeni bir Avrupa turnesine çıkacak olan Mozart’a, babasının itirazlarına rağmen bu kez yalnızca annesi eşlik edecekti. Annenin Paris’teki ani ölümüyle, aile içindeki denge de sonsuza dek bozulmuş oldu. Leopold Mozart önceleri zımnen, daha sonra da açıkça bu ölümden oğlunu sorumlu tuttu. Baba ve oğul arasında zaman zaman kırılabilse de hiç bitmeyecek bir soğukluk başlamıştı. Ablayla kardeş arasındaki ilişkiyse, Mozart’ın genellikle doğrudan miras meseleleri hakkında sorularından oluşan mektupları dışında tamamen bitti.
Bu dönemde Mozart, müziğine kısıtlı da olsa doğrudan etki eden birkaç çağdaşından biriyle arkadaşlık kurdu: Bir başka müzik mucizesi olan babasının, ünlü
Das wohltemperierte Klavierbuch’u onun için yazdığı söylenen, asıl ününü Londra’daki çalışmalarıyla yapmış olan “Londra’nın Bach’ı”, Johann Sebastian Bach oğlu Johann Christian Bach... Tanışmaları Mozart’ın ilk Londra yolculuğuna dayanan iki müzisiyenin dostluğu her ikisinin de birbirlerinin müziğinden etkilenmesiyle sonuçlandı. Ancak, oğul Bach’ın Mozart’ın çalışmalarında yapısal ya da dramatik bir etki bıraktığını söylemek güçtür; etki ancak Mozart’ın kullandığı yüzeysel süsleme öğelerinde fark edilebilir.
1781’de Viyana’ya dönen Mozart’ın işvereni sayılabilecek Salzburg Prensi’yle ilişkisi çabucak bozuldu ve sanatçı sarayın himayesini kaybetti. Mozart’ın vasiyetnamesinde yazanlara bakılırsa bu bir kovulmaydı. Ancak sanatçı, Viyana aristokratlarının giderek gelişen müzik zevklerine ve iştahlarına sığındı. Bundan böyle hayatını konserlerde çalarak ve özel müzik öğretmenliği yaparak kazanacaktı.
Ağustos 1782’de Mozart babasının ısrarlı itirazlarına rağmen, hayatını yarı soylu bir aileden gelen Constanze Weber’le birleştirdi. Leopold Mozart, kendi ailesinin de hor gördüğü bu gelinin oğluna göre olmadığını düşünüyordu. Bu evliliğe son anda gösterdiği rızanın göstermelik olduğunu baba da oğul da biliyorlardı; bu, annenin ölümüyle başlayan soğukluğu bir kat daha arttırdı. Mektuplarında Mozart babasına karşı sıcak olmaya çalışıyor ve ona olan saygısını özenle seçtiği sözcüklerle göstermeyi sürdürüyordu.; ancak baba evliliğinden sonra Nannerl’e yazdığı mektuplarda oğlunu adıyla değil de “oğlum” ya da “kardeşin” diye anacaktı. Bu evlilikten Wolfgang-Constanze Mozart çiftinin yalnızca ikisi çocukluk çağından sonra hayatta kalabilen sekiz çocukları oldu. Mozart’ın Karl Thomas ve Wolfgang Xavier adını verdiği oğullarının ikisi de evlenmeyecek ve sonraki kuşaklarda Mozart’ın dehasının –elbette dehanın doğuştan getirilebilecek ve genetik olarak aktarılabilecek özelliklerinden söz edilebilirse- sıçrayabileceği kimse olmayacaktı.
1782, Mozart’ın kısacık ömründe gördüğü en güzel yıllardan biri oldu.
Saraydan Kız Kaçırma adlı operası ilk kez sahnelendi ve yapıtın büyük başarısının ardından Mozart gerek solist gerek orkestra yöneticisi olarak art arda konserlere çıktı. Kendisine ait, hâlâ türünün en güzel örneklerinden olan piyano konçertolarını çalıyordu.
Mozart’ın müziksel dehasından söz edildiğinde bu, bestecilikte ve icracılıkta gösterdiği ustalıkla sınırlı olarak alınmamalıdır; o, bunlardan çok müziği işlemek ve sese en muhteşem biçimini vermek konusunda bir dehaydı ve hayatı boyunca birçok kez söylediği gibi, disiplinli çalışma ve müzik araştırmacılığı bu dehanın ifadesinde önemli bir yer tutuyordu. 1782-83 yılları arasında konserler dışında kalan vaktini hemen hemen tamamıyla, bir dostu aracılığıyla elde ettiği Sebastian Bach ve Haendel’in elyazmaları üzerinden giriştiği Barok çalışmalarına ayırmıştı. Bu çalışmaların meyvelerinin en olgun hali
41. Senfoni’de ve
Sihirli Flüt’ün füg biçiminde düzenlenmiş çeşitli pasajlarında göze çarpar.
1783’te Mozart eşiyle birlikte Salzburg’u ziyaret etti; ancak babasının eşini görmek istememesi yolculuklarını büyük bir hayal kırıklığıyla sonuçlandırdı. Ancak bu ziyaret sırasında ilk kez Salzburg’da icra edilen, kilise ayinleri için yazdığı
Messe in c-Moll dinleyicilerinde büyük hayranlık uyandırdı. Bu yapıt günümüzde de Mozart’ın en çok bilinen çalışmalarındandır.
Mozart, Viyana’daki ilk yıllarında Joseph Haydn’la da tanışmıştı. İki müzisyen kısa sürede dost oldular. Haydn’ın Viyana ziyaretinde, iki müzisyenle birlikte doğaçlama olarak, yaylı kuarteti denebilecek –
denebilecek, çünkü bu biçimin doğaçlama olarak icrası son derece zordur- bir dizi parça çaldılar. Mozart’ın 1782-1785 arasında yazıp Haydn’a ithaf ettiği, yaylılar dörtlüsü için yapılmış altı parçası vardır ve bunların Haydn’ın 1781’de bestelediği
Opus 33’e karşılık olarak yazıldığı düşünülür. Haydn, birlikte geçirdikleri zaman içinde Mozart’a tam anlamıyla hayran olmuştu. Leopold Mozart, bu büyük bestecinin kendisine şunları söylediğini yazmıştır: “Tanrı önünde ve dürüst bir adam olarak sana oğlunun hem kişi hem de isim olarak tanıdığım en büyük besteci olduğunu söylüyorum. Zevke ve dahası besteciliğin en derin bilgisine sahip.” 1782-1785 yılları arasında Mozart besteci olarak en verimli dönemini yaşadı. Konserleri büyük başarılarla sürdü. Ancak 1785’ten sonra verdiği konserlerin sayısındaki düşüşe koşut olarak bestelerinin sayısında da ciddi bir azalma oldu. Bazı yorumcular durumu Mozart’ın ellerinde oluşmuş olabilecek çeşitli sorunlara (müzmin romatizması vardı) ya da yaralanmış olma olasılıklarına, bazıları da dinleyicilerin bu tarihten sonraki vefasızlığına bağlarlar. Aydınlanma çağında yaşayan biri olarak Mozart döneminin düşüncelerinden de derinden etkileniyordu ve 1784’te şu ya da bu şekilde Aydınlanma düşüncesinin yayılmasında etkili olmuş Masonluğa büyük bir ilgi duydu. 1784’de deistik olmaktan çok Katolik eğilimler taşıyan bir locanın üyesi oldu ve 1787’deki ölümüne kadar sürekli olarak babasını bu locaya üye olmaya ikna etmeye çalıştı. Haydn da aynı locaya üyeydi.
Sanatçının hayatının son yılları hastalıklar ve mali sıkıntılarla boğuşarak geçti. Sıklıkla yaptığı çalışmaların karşılığı olan ödemeleri alamıyor; sürdürdüğü hayat tarzı, kazanabildiğini çabucak savurmasına yol açıyordu. 1786’da bir apartman dairesine taşınmak zorunda kaldı; ancak onu ölümsüz kılacak eserlerinden iki büyük operayı,
Figaro’nun Düğünü ve
Don Giovanni’yi burada besteledi. Viyana
Figaro’nun Düğünü’ne anlaşılmaz bir kayıtsızlık gösterdi; ancak Viyana’nın esirgediği ilgi, Mozart’ın hayatında önemli bir yer tutan Prag’dan geldi. “Praglılarım anlıyor beni,” diyerek şehrin kendisine duyduğu sempatiyi pekiştiren Mozart
Don Giovanni’nin galasını bu şehirde yaptırmış; hayatının kalanında eline geçen ve büyük bölümü borçlarına giden paranın hemen tamamını da bu şehirden kazanmıştı.
Mozart, 5 Aralık 1791’de Viyana’da öldü. Ölümü konusunda birçok söylenti çıkmıştır. Bu söylentiler, Mozart’ın son zamanlarını korkunç bir yalnızlık ve yoksulluk içinde geçirdiği iddialarıyla beslenir. Öldüğü sırada yaşadığı şehrin ona ilgisini tamamen kaybettiği iddiası abartılıdır; üstelik Viyana olmasa bile Avrupa’nın birçok şehri, özellikle de Prag öldüğü sırada bestecinin hayranlarıyla doluydu. Bununla birlikte şaşırtıcı biçimde cenazesinde yalnızca altı kişi bulunmuştur. Daha tuhaf olan, bu altı kişiden hiçbirinin bestecinin toprağa verilme anına şahit olmamış olmasıdır. Cenaze töreni sırasındaki şiddetli sağanak nedeniyle, cenaze, mezarlığın dilencilerin gömüldüğü bir bölümüne hiçbir işaret konulmaksızın defnedilmiştir. Kimi yazarlar, sanatçının naaşının, salgın hastalıklardan dolayı o dönem çok yaygın olan toplu bir mezara gömüldüğünü iddia ederler. 250. doğum yıldönümü yaklaşırken, uzun dönemden beri ortalıkta dönen bir söylenti yeniden canlandırıldı. 3 Ocak 2006 günü, çeşitli Batılı gazetelerde, Mozart’ı toprağa veren mezarcılardan birinin bestecinin ölümünden on yıl kadar sonra mezardan çıkardığı iddia edilen bir kafatasında yapılan DNA incelemesinin kafatasının Mozart’a ait olduğunu kesin olarak kanıtladığına dair haberler çıktı. Bu araştırmaya göre Mozart’ın ölüm nedeni sanıldığı gibi cıva zehirlenmesi, romatizmal ateş, tifodan kaynaklanan yüksek ateş, frengi ya da trichinosia değil, dahinin ölümünden yaklaşık bir yıl önce kafasına almış olması muhtemel bir darbe imiş. Açıklamayı yapan uzman, bunun sanatçının ölümünde önceki bir yıl boyunca yakındığı şiddetli baş ağrılarını da açıkladığını düşünüyor. Ancak daha sonra, kafatasından elde edilen DNA'ların Leopold Mozart'ın kemiklerinden alınanlarla uyumsuz olduğu açıklandı.
Mozart’ın ölümünün ardından, anlaşılmaz bir biçimde herkesin hor gördüğü, sanatçının yakın arkadaşlarının dahi, ölümünden onyıllar sonra bile hakkında dedikodu yaptıkları eşi Constanze zaman içinde kocasından kalan tüm borçları ödedi ve iki oğlunu hemen hemen tek başına büyüttü. Constanze Mozart, 1809’da kendisi de bir Mozart hayranı olan Danimarkalı bir diplomatla ikinci bir evlilik yaptı.
Mozart: Mit, Yapıntı, Gerçek
Mozart, yaşam öyküsü çok sayıda efsane ve söylentiye yol açan bestecilerden biridir. Bunun önemli nedenlerinden biri biyografisi üzerinde çalışan yazarların hiçbirinin kendisini kişisel olarak tanımamış olmalarıdır. Konuyu ele alan yazarlar genellikle gerçek olayları çoğu bestecinin ölümünden bir süre sonra yayılmaya başlayan söylentilere ve bazen spekülatif akıl yürütmeye dayanan kurmaca öğelerle birleştirme yoluna gitmişlerdir. Birer mit durumuna gelen söylentilere bir örnek, Mozart’ın son çalışması olan
Requiem’i (Ağıt) kendisi için yazdığı, yani bir anlamda bestecinin bu çalışma sırasında yaklaşan ölümünü sezdiği ya da bildiğidir. Bu iddialar, sanatçının hayattaki son yılında, siyah giysiler içinde soylu görünümlü bir adamın bir akşam bestecinin kapısını çalarak ona bir ağıt ısmarlamış olmasına dayandırılır. Mozart, büyük olasılıkla besteyi kendisi sahiplenmek isteyen sıradan bir soylu ya da onun adamı olan yabancının Azrail olduğunu düşünmüş ve yaklaşan ölümünün habercisi olarak, bestenin bir anlamda Tanrı tarafından ısmarlandığı düşüncesine kapılmıştır. Bestecinin hayatını bilimsel yöntemlerle araştırmanın doğruluğuna inanan tarihçiler ya da yazarlar için gerçekleri uydurmalardan ayırmaya çalışmak can sıkıcı denebilecek kadar zorlu bir iştir; zira söylentilere inanan ciddi tarihçiler yok değildir. Oyun ve senaryo yazarları bu efsanelerde yapıtları için olağanüstü zenginlik taşıyan malzemeler bulmuşlardır.
Yaygın olarak bilinen efsanelere bir başka örnek Mozart’la Antonio Salieri arasındaki rekabetle ilgilidir. Alexander Puşkin’in oyunu
Mozart ve Salieri’de, Nicolai Rimsky-Korsakov’un yine aynı adı taşıyan operasında ve Peter Shaffer’in oyunu
Amadeus’ta bu rekabet ve onun doğurduğu nefret Salieri’nin Mozart’ı zehirleyerek öldürmesiyle sonuçlanacak kadar büyükmüş gibi temsil edilir. Shaffer’in Mozart’ı kaba, gürültücü, hoppa biri olarak göstermekle suçlanan oyunu daha sonraları sekiz Oscar ödülü alacak bir uyarlamanın temeli olmuştu. Eleştirmen A. Peter Brown “1980’lerdeki Mozart çılgınlığının Shaffer’in oyunun tarafından başlatıldığını; bu oyunun ve Milos Forman’ın onu izleyen filminin Mozart muammasına yazarın ölümünü izleyen iki yüzyıl içinde yazılıp çizilenlerden daha fazla katkı yaptığını” söyler. Ne yazık ki Mozart hakkında dünyadaki yaygın bilginin büyük kısmı gerçekten de bu filme dayanır.
Öte yandan Shaffer ve Forman, kendi çalışmalarında Mozart hakkındaki gerçekleri yansıtmak iddiasında olmamışlardır. Shaffer’in bizzat işin başından beri kendilerinin Mozart’ın hayatını nesnel olarak anlatmak gibi bir dertlerinin olmadığını söyler: “Sahnedeki
Amadeus’un bestecinin hayatı hakkında bir belgesel olmayı niyetlemediği apaçık ortada ve filmde o kadarı bile yok .”
Shaffer ve Forman genel olarak filmin kurmaca öğelerini vurgulamışlardır; buna rağmen Mozart araştırmacıları arasında hala tartışma konusu olan ancak kendilerinin doğru olduğuna inandıkları bazı noktalarda da ısrar ederler. Shaffer çok sayıda söyleşide anlatının, “Amadeus” (“Tanrı’ın sevdiği”) adının da yarattığı dramatik etkiyle, sırasıyla biri Mozart’ı Tanrı’nın sevdiği diğeri reddettiği bir insan olarak yorumlayan Cain’in ve Abel’in çalışmaları arasındaki gerilim üzerine oturtulduğunu ayrıntılarıyla anlatmıştır. Tarihin Mozart ve Salieri arasında böyle bir ilişkiye dair hiçbir kanıt göstermemesine rağmen, Puşkin’in oyununda işlenen kutsanma ve ölümcül kıskançlığın sürüklediği yaratıcı rekabet önce Shaffer’in oyununa, sonra Forman’ın filmine asıl konu olarak geçirilmiştir. Edinilen bilgiler Salieri’nin Mozart’ın sarayın kütüphanesinin müzik kaynaklarına ulaşmasında çok yardımcı olduğunu, Mozart’ın da Salieri’nin oğluna müzik dersleri verdiğini orataya koyuyor. Dramatizasyonda, Shaffer ve Forman’ın –ve belli ölçülerde Puşkin’in de- gösterdikleri bu aşırı rahatlık hakkında olgun, eleştirel biri değerlendirme için Gregory Allen Robbins’in
Mozart and Salieri,
Cain and Abel: A Cinematic Transformation of Genesis 4 adlı kitabı incelenebilir.
Mozart’ın dehası hakkındaki iddialar da dinmeyen bir tartışmanın konusudur. Müzikbilimcilerin bir bölümü, özellikle bestecinin ilk dönem yapıtlarını fazla basit ve önemsiz bulurken; büyük bir bölümü bunlara çok büyük değer atfederler. Yine
Amadeus filminin yarattığı Mozart’ın hiç zorlanmadan üreten, yeteneği ve esini Tanrı’dan gelen bir yaratıcı olduğu havası da genel olarak bir abartma olarak değerlendirilir. Araştırmacılar, Mozart’ın kendi ifadelerini göstererek, sanılanın aksine yetenek ve başarılarının çok sıkı çalışmasının ve Avrupa müzik gelenekleri hakkındaki araştırmalarının bir ürünü olduğunu belirtmektedirler.
Mozart hakkındaki bir başka söylenti de onun Tourette sendromundan mustarip olduğudur. Bu söylentinin kaynağı,Mozart’ın yazdığı mektuplarda, sık sık istem dışı olarak yazdığı düşünülen ve sürekli aynı biçimde tekrarlanan küfürlerle karşılaşılmasıdır.
Yazıyı Tavsiye Et ♫
Yorumlar
Bu yazıya henüz yorum yapılmadı.
Yorumları okumak yada yorum yazmak için sisteme giriniz.