♪
Kültür bakanlığı sınavında. Ankara thm koro şefi kızını aldı. Urfa korusu şefi kayın biraderini aldı. İstanbul korosu şefi oğlu ve yeğenini aldı. ilginizi çekerse detay verebilirim
ttnet arena - 09.07.2024
♪
Cumhuriyetimizin kurucusu ulu önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarını saygı ve minnetle anarken, ülkemiz Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 100. yılını en coşkun ifadelerle kutluyoruz.
Mavi Nota - 28.10.2023
♪
Anadolu Güzel Sanatlar Liseleri Müzik Bölümlerinin Eğitim Programları Sorunları
Gülşah Sargın Kaptaş - 28.10.2023
♪
GEÇMİŞ OLSUN TÜRKİYE!
Mavi Nota - 07.02.2023
♪
30 yıl sonra karşılaşmak çok güzel Kurtuluş, teveccüh etmişsin çok teşekkür ederim. Nerelerdesin? Bilgi verirsen sevinirim, selamlar, sevgiler.
M.Semih Baylan - 08.01.2023
♪
Değerli Müfit hocama en içten sevgi saygılarımı iletin lütfen .Üniversite yıllarımda özel radyo yayıncılığı yaptım.1994 yılında derginin bu daldaki ödülüne layık görülmüştüm evde yıllar sonra plaketi buldum hadi bir internetten arayayım dediğimde ikinci büyük şoku yaşadım 1994 de verdiği ödülü değerli hocam arşivinde fotoğraf larımız ile yayınlamaya devam ediyor.ne büyük bir emek emeği geçen herkese en derin saygılarımı sunarım.Ne olur hocamın ellerinden benim için öpün.
Kurtuluş Çelebi - 07.01.2023
♪
18. yılımız kutlu olsun
Mavi Nota - 24.11.2022
♪
Biliyorum Cüneyt bey, yazımda da böyle bir şey demedim zaten.
editör - 20.11.2022
♪
sayın müfit bey bilgilerinizi kontrol edi 6440 sayılı cso kurulrş kanununda 4 b diye bir tanım yoktur
CÜNEYT BALKIZ - 15.11.2022
♪
Sayın Cüneyt Balkız, yazımda öncelikle bütün 4B’li sanatçıların kadroya alınmaları hususunu önemle belirtirken, bundan sonra orkestraları 6940 sayılı CSO kanunu kapsamında, DOB ve DT’de kendi kuruluş yasasına, diğer toplulukların da kendi yönetmeliklerine göre alımların gerçekleştirilmesi konusuna da önemle dikkat çektim!
editör - 13.11.2022
Çeviren: Rita Urgan
Einstein fizik yasalarının en çok irdelenip kurcalandığı bir kültürün içinde yoğruldu. Ayrıca Sigmund Freud, Franz Kafka, atonal müziğin babası Arnold Schoenberg, eleştirmen Walter Benjamin, ünlü antropolog Franz Boas ve simgesel biçimlerin filozofu Ernst Cassirer gibi anadili Almanca olan Yahudi kökenli çağdaşları vardı. "Tanrı öldü" diyen Friedrich Nietzsche ve Gustav Mahler'i de saymak gerek.
Einstein'ın görecelik kuramı, tıpkı büyük bir yazar ya da ressamın yapıtında olduğu gibi, olağanüstü bir kendini dışa vurma çabasının ürünüydü. Bu kurama ulaşması, benzersiz bir zihinsel uğraşı gerektirmekteydi. Kuram yalnızca zihinsel yetisinin değil, aynı zamanda sürekli sorgulayan kişiliğinin de bir ürünüydü. Bu bağlamda "tutku" sözcüğü bile böylesine düşüncelerle yüklü bir beynin tanımlanmasında yetersiz kalır.
Geçen yaz Aspen Enstitüsü tarafından düzenlenen ve Discover dergisinin de desteklediği "Einstein'a Övgü" adlı konferansa Murray Gell-Mann, Brian Greene ve Sir Martin Rees gibi bir dizi saygın bilim insanı konuşmacı olarak katıldı. Albert Einstein'ın bilim, toplum ve kültür üzerindeki etkilerinin üç gün boyunca konuşulup tartışıldığı bu konferansta onun yaratıcı dehasını tanımlama görevi Amerikalı romancı E. L. Doctorow' a düştü. Doctorow şakacı bir tavırla, "Konferansı düzenleyenler Einstein gibi birinin olağanüstü yeteneğinin olsa olsa kurmaca yoluyla dile getirilebileceğinin herhalde bilincindeydiler," diyordu.
Ancak konferansta sözün en son Doctorow'a verilmesi yerinde bir seçimdi. Çünkü yazar "Tanrıkent" başlıklı romanında önce Büyük Patlama konusuna eğiliyor ve Einstein'ın beyin gücü ve düşünce yapısının derinliklerine inen unutulmaz pasajlara yer veriyordu. Aşağıda Doctorow'un söz konusu konferansta yaptığı konuşmanın kısa bir özeti yer alıyor.
New York'taki Bronx Lisesi'nde fen eğitimi gördüğüm yıllarda, müdürümüz Dr. Morris Meister , "Bilimin bizlere sürekli ışık tutan ve her geçen gün evrenin karanlıktaki bir yönünü gün yüzüne çıkartan bir ışıldak olduğunu düşünün. Gelgelelim, bu ışıldağın saçtığı ışığın yayıldığı alan genişledikçe onu çevreleyen karanlığın da sınırları giderek genişler," diyordu.
Böyle bir betimleme yaşamı boyunca evrendeki tüm fiziksel olgulara açıklık kazandıracak birkaç yasayı bulmaya çabalayan ve devrim yaratan görecelik kuramının giderek karanlığa gömülmesiyle birlikte korkunç güçlüklerle karşılaşan Albert Einstein 'ın kesinlikle ilgisini çekerdi.
Kendi çevresinde ördüğü gizem ağını yücelten bir toplum için tüm bunların pek bir önemi yoktu. Uzay-zamanla ilgili fiziğinin içinden çıkılmazlığı ve görecelik kuramının Sir Arthur Eddington 'un, yıldız ışığının güneşin yanından geçerken kırıldığını ortaya koyan deneyleri sonucunda daha önceki bir kestirimi kanıtlaması, Einstein'ın 20. yüzyılın dâhisi olarak göklere çıkartılmasına yetmişti.
Einstein kendisine biçilen bu rolü hiçbir zaman benimseyemedi; zamanla bu rolün sağladığı ayrıcalıkların tadını çıkartmaya ve yaşı ilerledikçe bu konumunu siyasal ve toplumsal hedeflerine alet etmeye başladıysa da, Einstein'ın ünü hep geri planda kaldı ve bu konumu çoğu zaman bir zihin karışıklığı içinde geçen gerçek yaşamına oldum olası ters düştü. Başkasının gözünde dâhi olmak, insanın kendisini öyle görmesi demek değildi.
Einstein dünya çapındaki hayranlarını yatıştırmaya çalışırcasına, "Bilimde...bireyin çalışmaları bilimsel öncülerinin ve çağdaşlarının çalışmalarıyla öylesine bağlantılıdır ki, bunlar sanki kuşağının kişisellikten uzak birer ürünü gibidirler," diyordu. Einstein'ın bu sözcükleri alçakgönüllülüğün ötesinde bir şeylerin dışavurumu olabilir miydi?
DOĞDUĞU KÜLTÜR
Einstein fizik yasalarının en çok irdelenip kurcalandığı bir kültürün içinde yoğruldu. Bu dönemde Albert Michelson, Edward Morley, Hermann Helmholtz, Heinrich Hertz ve Ernst Mach gibi, yaşça kendisinden büyük kimi Avrupalı bilim insanları elektromanyetik dalgaların uzayda ışık hızıyla devindiklerini ortaya koydular.
Bu bilim insanlarının çalışmaları, evrende her şeyin yalnızca bir başka şeye bağlı olarak devindiğini gözler önüne sererken, salt devinim ve salt devinimsizlik gibi kavramların da yeniden sorgulanmasına neden oldu.
Böylelikle, Einstein'ın çığır açıcı buluşunun altyapısı da bir bakıma hazırlanmış, kendinden önceki çalışmalar onu bu yönde düşünmeye iten araçları da sağlamıştı.
Einstein'ın yetiştiği dönemin kültürüne genel bir bakış atacak olursak, Sigmund Freud, Franz Kafka, atonal müziğin babası Arnold Schoenberg , eleştirmen Walter Benjamin, ünlü antropolog Franz Boas ve simgesel biçimlerin filozofu Ernst Cassirer gibi anadili Almanca olan Yahudi kökenli çağdaşlarının tam da onun görecelik kuramını ortaya attığı sırada varlık gösterdiklerine tanık oluruz.
Bunlar günümüzde de etkisini sürdüren ve "Tanrı öldü" diyen Friedrich Nietzsche ile I. Senfoni'sini Einstein henüz çocukken besteleyen Gustav Mahler 'in de üyesi oldukları daha önceki kuşağın izinden gittiler. Mahler'in I. Senfoni'si farklı görüşlere açıklığı, yapısal rahatlığı, tınısal aşırılıkları ve abartılı ruh durumlarıyla, söz gelimi Brahms 'ın bütünleyici ve heybetli müziğinden sonra, 19. yüzyıl dünyasının çökmekte olduğunun bir tür habercisi niteliğindeydi.
DEĞERLERİ BİLİNMEMİŞLER
Frederic V. Grunfeld 'in "Değerleri Bilinmemiş Peygamberler" adlı kitabı, anadilleri Almanca olan Yahudilerin kültürel renkliliğini gözler önüne sermesi açısından çarpıcı bir yapıt. Dönemin sanatçı ve aydınlarının yaşamöykülerini içeren bu yapıtta ele alınan kişilerdeki olağanüstü çalışma etiğinin yanı sıra, onları üzerinde çalıştıkları konunun en derinliklerine inmeye zorlayan ve akla gelmeyecek soruları sormalarına yol açan tutkunun da ortak bir özellik olarak ortaya çıktığına tanık olunur.
Freud yaşamı boyunca "insan davranışının kökeni ve doğasını kavramak amacıyla" bilinçaltını kurcalarken, Einstein da tüm fiziksel olguları kapsayan tek bir kuramın geliştirilmesine tüm yaşamını adamıştır.
Bu sırada, tabii ki, Almanya dışında da dünyayı sarsan birtakım gelişmeler olur: Paris'te kübizmin temsilcileri Braque ve Picasso 'nun resimleri, Stravinsky 'nin ilk gösteriminde şimşekleri üzerine çeken "Bahar Ayini", Bolonya'da Marconi 'nin radyo dalgalarıyla ilgili deneyleri, Kitty Hawk'da Wright Kardeşler 'in ilk uçuş denemeleri gibi.
Öyle ki, Einstein'ın yaşadığı dönem olan 20. yüzyılın başları yalnızca Alman kültürü açısından değil, dünya tarihi açısından da yeniliklere gebe bir dönemdi.
TARİHSEL DÖNÜM NOKTASI
İngiliz şair ve deneme yazarı Matthew Arnold 1865 yılında kaleme aldığı "Günümüzde Eleştirinin İşlevi" başlıklı bir denemesinde yazın dünyasında yaratıcılığın doruklara tırmandığı bu tür tarihsel dönüm noktalarından söz ederken şöyle diyordu:
"Yazın dünyasına damgasını vuran o görkemli yapıtlar sentez ve dışavurumun birer ürünüdür... bu yapıtların üstünlüğü belli bir entelektüel ve ruhsal atmosferden, belli bir düşünsel düzenden esinlenmiş olmalarından ve bu düşünceleri olağanüstü bir ustalıkla işlemelerinden kaynaklanır... Yazarın özgürce çalışabilmesi için bu koşulların sağlandığı bir ortamın olması gerekir. Ne var ki, bu koşulların bir araya gelmesi hiç de kolay değildir. Yazın dünyasında yaratıcı gücün doruğa tırmandığı dönemlerin çok ender yaşanması ve gerçekte olağanüstü yeteneğe sahip kişilerin çoğu zaman bu yeteneklerini ürünlerine yeterince yansıtamamaları bu yüzdendir. Yazında usta işi bir yapıtın yaratılması için iki farklı gücün birlikte etkili olması gerekir: bu güçlerden biri insan gücü, öteki de o momentin ya da içinde bulunulan anın gücüdür. Bu iki güçten birinin eksik olması ötekini de etkisiz kılar."
Arnold'un bu görüşü bilimin en doruğundayken bir devrimden mi, yoksa hızla gelişen bir evrimden mi söz edilebileceği yönündeki ateşli tartışmaları akla getiriyor. Bilim hem devrimin, hem evrimin bir ürünü olabilir. Belki de toplumsal anlak, tıpkı evrim gibi, belli bir sürecin sonucunda oluşuyor.
EĞER EINSTEIN DOĞMASAYDI
Öyle ki, içinde bulunulan anın gücünden söz etmek, insan gücünün yadsındığı anlamına gelmiyor. Einstein yaşamamış olsaydı, görecelik kuramının ortaya atılıp atılmayacağı ya da ne zaman ortaya çıkacağı konusunda farklı görüşler ortaya atıldı. Kimileri kuramın ortaya çıkması için daha birkaç kuşak beklememiz gerekeceğine inanırken, astrofiziğin en önde gelen isimlerinden Sir Martin Rees kuramın çoktan ortaya atılmış olacağını, ancak bunun yalnızca tek bir kuramcının sayesinde olmayacağını savunuyordu.
O halde, Einstein'ın yaratıcılığın toplumsal yönüne bizzat göndermede bulunmasını ve bireyin bilimsel çalışmalarının "kişinin kendisinden çok kuşağının bir ürünüymüş gibi göründüğüne" dikkat çekmesini nasıl yorumlamamız gerekir?
Einstein, her zaman olduğu gibi, bu sözlerinde de son derece içtenlikli ve dürüsttü.
Ne var ki, kendimize öncelikle bu tür çalışmaların kimler tarafından kişisellikten soyutlanmış girişimler olarak algılandığını sormamız gerekiyor. Bu kişiler çalışmalara alkış tutan ve yaratıcısına dâhi gözüyle bakanlar olmasa gerek. Görünüşe bakılırsa, bu çalışmalar daha çok onları yaratanların gözünde kişisel olmaktan çıkıp toplumsal bir boyut kazanıyor. Yaratma edimi yaratan kişinin egosunu tatmin etmekten çok, benliğinin doğasında ya da özünde bir değişime yol açıyor. Yaratma edimi onu her zamankinden daha önemsiz bir kişiliğe dönüştürüyor.
OLAĞANÜSTÜ DIŞAVURUM
Einstein'ın görecelik kuramı, tıpkı büyük bir yazar ya da ressamın yapıtında olduğu gibi, olağanüstü bir kendini dışa vurma çabasının ürünüydü. Bu kurama ulaşması benzersiz bir zihinsel uğraşı gerektirmekteydi. Kuram yalnızca zihinsel yetisinin değil, aynı zamanda sürekli sorgulayan kişiliğinin de bir ürünüydü. Bu bağlamda "tutku" sözcüğü bile böylesine düşüncelerle yüklü bir beynin tanımlanmasında yetersiz kalır.
E=mc 2 formülünün oluştuğu o yaratıcı an ya da "evreka" anında beyinde çakan şimşeklerin de etkili olduğunu düşünmek zorundayız. Bu noktada bir yazar olarak buna özdeş bir durum için bu dalın üstatlarından Henry James 'in denemesini örnek verebilirim.
"Kurgu Sanatı" adlı denemesinde James, yaşamın en göze çarpmayacak yönlerinden etkilenen ve çevresindeki en silik şeyleri gün yüzüne çıkartan "engin duyarlıktan" söz ederken, romancının "gözle görülebilen şeylerden görünmeyenleri kestirebildiği" sezgisel yeteneğine dikkat çeker.
Ancak "kestirim" sözcüğü bence burada yetersiz kalmaktadır, çünkü burada söz konusu olan yazarın bağlı olduğu disiplinin bizzat kendisinden kaynaklanan bir güçtür.
Bu disiplin öylesine etkili bir güçtür ki, imgelemde oluşan tümce yazara gerçeği tümden yansıtan bir tümcenin kazandıramayacağı denli gelişmiş bir algılama yetisi, ya da keskinlik ve üstün düzeyde bir farkındalık kazandırır.
YARATMA EYLEMİ
Eski çağların kutsal metin yazarlarından James'e, tüm yazarlar onu yetkin kılan bu çelişik güce bel bağlamışlardır. Bu güç dilbilimsel yeteneğin nesnelerin kendi içlerindeki dünyaya odaklanmasını gerektirir.
Yazar anlam verilemeyen şeylere bir anlam kazandırır ve bu süreç düzgün işlediğinde tümceler öylesine korkunç bir hızla akıp giderler ki, yazma eylemi sessizce dikte edilenlerin özenle kâğıda dökülmesi gibi bir tepkiye dönüşür.
Bu duygunun bilim insanının, göze görünmeyenin ardında görebildiği şeyin gözüne "kuşağının kişisel olmayan bir ürünüymüş gibi göründüğü", evreka anındakine özdeş bir duygu olduğu söylenebilir.
James'in belirttiği ve yazarın kulak misafiri olduğu ufacık bir tümceden etkilenip koskoca bir romanı kaleme almasına olanak tanıyan yaratma ediminin başka disiplinlerin de ortaklaşa paylaştıkları bir özelliği olsa gerek.
Evrenin oluşumunda asıl tetikleyici sayılan Büyük Patlama ile karşılaştırılacak olursa, bunu yazarın ya da bilim insanının esinlenmesine yol açan Küçük Patlama olarak değerlendirebiliriz. Bu benzetme belki çok abartılıymış gibi gelebilir.
Ne var ki, eski çağ metinlerini, dinlerle ilgili metinleri kaleme alanlar kendi yazılı evrenlerini yaşadıkları kuşağın kişisellikten arınmış bir ürünü olarak değerlendirmek yerine, bunu Tanrı'ya mal ettiler. Bu kişiler kendi yaratıcılıkları karşısında öylesine büyülenmişlerdi ki, onları yazanın evrenin tanrısı olduğuna inanmışlardı.
Ancak yaratıcılığın kökeni ne olursa olsun, bu süreç başından beri insanın kendi kişiliğinden sıyrılmasını, özgürleşmesini ve benliğini tutsak eden zincirleri kırmasını gerektiren bir süreç oldu.
EINSTEIN'IN ÖZGÜR RUHU
Einstein'ın yaşamında bu özellik tüm çıplaklığıyla kendini belli eder. Alman
vatandaşlığı ve Yahudi inancına sırt çevirir gibi olduğunda, bir hayli fırtınalı iki evliliği boyunca ve evlilik dışındaki arayışlarında hep aynı duruma tanık olunur. Yaşamöyküsünü kaleme alanlar onun öğrencilik yıllarında, Alman toplumuna asimile olmuş bir Yahudi çocuğu olarak, elinde paslı bir çivi tutmakta olan öğretmeninin gözlerinin içine bakarak o çivilerin İsa'nın kol ve bacaklarına saplandığına dikkat çektiğini anlatırlar.
Bu olay Einstein'ın kendisini içinde doğduğu toplumdan tümden soyutlamasına ve zamanla o toplumun yalan dolanla beslendiğine tanık olup bu durumdan belli bir keyif almasına neden olur.
Einstein zamanla her tür yetkeye olan güvenini yitirir ve kendi deyişiyle "özgür bir ruha" dönüşür. Einstein'ın yetişkinliğinde zekâ çalışmalarına uyguladığı kuşkuculuğunun kökenleri çocukluk yıllarına uzanır.
Zihinsel gücü geliştikçe topluma duyduğu nefret de artar.
1930'larda Nobel Ödülü'nü alan Einstein, Hitler'in kara listesinin en başlarında yer alır. Adam öldürmeyle suçlanan Einstein ülkeyi terk ettiğinde bile tehdit altında yaşar.
Einstein'ın yaşamöyküsünü yazanlar canının tehlikede olduğu zamanlarda bile bilge tavrını ve sükûnetini koruduğu görüşünde birleşirler.
Einstein'ın ünü her geçen gün artınca, toplumsal, siyasal ve dinsel konulara el atması da kaçınılmaz olur. Einstein bilimin dışındaki bu konulara da aynı zihinsel berraklıkla yaklaşır. Zamanı "saatle ölçülen şey", uzayı "cetvelle ölçülen şey" olarak tanımlayan Einstein Tanrı'nın tanımını yaparken onun yalnızca saymaca varlığından yola çıkarak "Yaşlı Olan" adını verir. Törel konulardaki ünlü sözcük oyununu da benzer bir yararcı düşünce berraklığıyla oluşturur.
"Törel belitler ya da aksiyomlar da bilimdekine benzer bir yaklaşımla oluşturulurlar. Eninde sonunda ayakta kalabilen tek şey gerçektir," der.
NEDEN BEN KEŞFETTİM?
Einstein gibi bir dâhinin yaratıcı gücünü eşelemeye çalıştığımız bu boş yere girişimde bir noktaya daha parmak basmak gerekir:
Einstein olağanüstü başarısına yaşamı boyunca bir gerekçe bulmaya, hatta özür dilemeye çalıştı.
"Zaman zaman kendime görecelik kuramını keşfetmenin neden bana nasip olduğunu soruyorum. Sanırım, bunun nedeni normal bir yetişkin insanın zaman ve uzay konusunda durmadan düşünmekten kendini alamaması. Bu konuda düşünceleri hangi doğrultuda olursa olsun, bunların tohumları daha küçük bir çocukken atılmıştır. Oysa, ben çok yavaş geliştiğimden bunları ancak büyüdüğümde düşünmeye başladım. Öyle olunca da, doğal olarak, sorunu bir çocuktan daha derinlemesine inceleme olanağını yakaladım," diyordu Einstein.
Einstein mizah yeteneği gelişmiş biriydi ve bu yeteneği özellikle basınla ilişkilerinde öne çıkardı. Yukarıda söyledikleri de her zamanki hoş şakalarından biri olarak algılanabilir.
Ne var ki, Einstein'ın bu konuda oldukça ciddi olduğunu sanıyorum. Çünkü bu söylediklerinde içten içe bir kendini sonsuza dek çocuk görme duygusu sezinleniyor.
Bu olağanüstü fikirlerin ardında hiç büyümeyen bir çocuk yatıyor. Bunun aşağılayıcı olduğunu düşünüyorsanız, unutmayın ki kralın çıplak olduğunu söyleyen de bir çocuktu.
Einstein yaşamı boyunca topluma egemen olan birtakım düşüncelerin eksikliklerine dikkat çekti. Böylesine bağımsız, kendi başına buyruk ve meraklı bir kafanın kendisiyle ilgili olarak böylesine tutucu bir saflık içinde olabileceği düşünülebilir mi?
Einstein'ı, kendisinden 10 yıl sonra doğan bir başka dahi kişilik olan, Ludwig Wittgenstein'ın içine düştüğü düşünsel umutsuzluktan koruyan, onun gerçeğe duyduğu güven olmalı.
WİTTGENSTEİN VE EİNSTEİN
Eflatun 'dan Hegel 'e tüm düşünürleri metafiziksel saçmalıkların tellalları olarak gören Wittgenstein, felsefede devrim yarattı. Felsefenin tek işlevi düşünceyi mantıklı bir biçimde anlaşılır kılmaktı. Wittgenstein anlamlı önermelerin dünyamızla hiç bir bağlantısı olmayan önermelerden ayırt edilebilmesi amacıyla dilbilimsel çözümlemeden yararlanan bir dil düşünürüydü. "Anlam sağlanan yarardır," diyordu.
Wittgenstein'ın felsefesi öğretiden çok, evrenle ilgili soruları doğrudan bilim aracılığıyla yanıtlayan bir yöntem niteliğindeydi.
Öyle olunca, Einstein'ın buluşları da doğal olarak saldırılarına hedef oldu. Wittgenstein bilimin doğası gereği ancak bir noktaya dek yol alabileceğine inanıyor,"Olası tüm bilimsel sorular yanıtlansa bile, sorunumuz öylece kalacaktır," diyordu.
Wittgenstein, ister Einstein ister bir başkası tarafından olsun, tüm fiziksel olguları açıklayan birkaç yasa bulunsa bile sorunun aşılamayacağını ve bilimin her zaman duvara toslayacağını söylemeye çalışıyordu. Bu tavrıyla düşünsel bir umutsuzluk örneği sergiliyordu. Böylesi bir umutsuzluk Einstein'ın alabildiğine çocuksu ve hoş düşüncelerinin doğasında yoktu.
Einstein dışa yönelmiş, yüzünü gökyüzüne dayamıştı. Evren, insanlar tarafından nasıl algılanırsa algılansın, hep oradaydı. Onu kavramak için insanların merak etmesi ve düşünce üretmesi gerekliydi.
İki dünya savaşına, ekonomik bunalıma, faşizme, komünizme, soykırıma ve nükleer savaş korkusuna tanık olan Einstein düşündüğü sürece yaşadı. Bir bilim adamı, laik bir hümanist, bir sosyal demokrat, Siyonist, pasifist, nükleer savaş karşıtı olan Einstein bildiğimiz kadarıyla yaşamının hiç bir evresinde umutsuzluğa kapılmadı.
Öyle ki, birleşik alan kuramı Einstein için bir sondan çok, olsa olsa bir başlangıç olurdu.
Kaynak : Discover, Aralık 2004
Bu yazıya henüz yorum yapılmadı.
Yorumları okumak yada yorum yazmak için sisteme giriniz.