♪
Kültür bakanlığı sınavında. Ankara thm koro şefi kızını aldı. Urfa korusu şefi kayın biraderini aldı. İstanbul korosu şefi oğlu ve yeğenini aldı. ilginizi çekerse detay verebilirim
ttnet arena - 09.07.2024
♪
Cumhuriyetimizin kurucusu ulu önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarını saygı ve minnetle anarken, ülkemiz Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 100. yılını en coşkun ifadelerle kutluyoruz.
Mavi Nota - 28.10.2023
♪
Anadolu Güzel Sanatlar Liseleri Müzik Bölümlerinin Eğitim Programları Sorunları
Gülşah Sargın Kaptaş - 28.10.2023
♪
GEÇMİŞ OLSUN TÜRKİYE!
Mavi Nota - 07.02.2023
♪
30 yıl sonra karşılaşmak çok güzel Kurtuluş, teveccüh etmişsin çok teşekkür ederim. Nerelerdesin? Bilgi verirsen sevinirim, selamlar, sevgiler.
M.Semih Baylan - 08.01.2023
♪
Değerli Müfit hocama en içten sevgi saygılarımı iletin lütfen .Üniversite yıllarımda özel radyo yayıncılığı yaptım.1994 yılında derginin bu daldaki ödülüne layık görülmüştüm evde yıllar sonra plaketi buldum hadi bir internetten arayayım dediğimde ikinci büyük şoku yaşadım 1994 de verdiği ödülü değerli hocam arşivinde fotoğraf larımız ile yayınlamaya devam ediyor.ne büyük bir emek emeği geçen herkese en derin saygılarımı sunarım.Ne olur hocamın ellerinden benim için öpün.
Kurtuluş Çelebi - 07.01.2023
♪
18. yılımız kutlu olsun
Mavi Nota - 24.11.2022
♪
Biliyorum Cüneyt bey, yazımda da böyle bir şey demedim zaten.
editör - 20.11.2022
♪
sayın müfit bey bilgilerinizi kontrol edi 6440 sayılı cso kurulrş kanununda 4 b diye bir tanım yoktur
CÜNEYT BALKIZ - 15.11.2022
♪
Sayın Cüneyt Balkız, yazımda öncelikle bütün 4B’li sanatçıların kadroya alınmaları hususunu önemle belirtirken, bundan sonra orkestraları 6940 sayılı CSO kanunu kapsamında, DOB ve DT’de kendi kuruluş yasasına, diğer toplulukların da kendi yönetmeliklerine göre alımların gerçekleştirilmesi konusuna da önemle dikkat çektim!
editör - 13.11.2022
Dalga geçen bir soru vardır (ben-biz idealistlerle/idealizm ile...): Dünyada niçin Beethoven yetişmez oldu?
Bu soruya seçme bir sövgüyle cevap vermek uygun düşer ( Bu gibi sorulardır sövmeyi kaçınılmazlaştıran).
Hayat sahasında dişiler ve onları ekip biçen bahçıvanların seralarında zürriyet imalatına alışık/normal olanlar bu gibi soruları sormada ne kadar da patavatsızdırlar...
Bu gibi soruları soranların geri zekâlı/zır cahil mi, yoksa şeytan mı olduklarını kolayca bilebilseydik, gerçek enazından bu kadar ağır olmazdı...
.........................................
“2. Dünya Savaşı”nın anlamı hâlâ ve halen anlaşılabilmiş değil.
Muazzam anlam şu: Savaşı “biz” kazanabilmiş olsaydık, bunun anlamı, alelade bir zafer değil, “Dünyayı Tanrı´nın elinden almak” kadar muazzam olacaktı...
Çünkü algoritma değişecekti.
Gerçeğin soruları ile muhatap olmak mecburiyeti ortadan kalkacak ve hiç kimse bu insanlık çilelerine -başka bir dalga geçme üzerinden- “hayat tecrübesi” diyemeyecekti.
“Değişim” denen şeyin ancak bizim elimizde “Devrim” olabileceği, onun haricinde kalan herşeyin dişiler, onların onları ekip biçen bahçıvanları ve bunları koordine eden bir avuç yahudinin palavrası olduğu isbatlanmış olacaktı.
Çok daha iyi anlayabilirim artık: Tanrı istemedi...
Halbuki “Devrim”i başarabilseydik, bu, gerçeğin aleminde “yokediş”e en yakın bir gerçekleşme olacaktı. Elbette “yokettik” diyemeyecektik. Çünkü yokedim tipik bir Tanrı işidir.
Fakat enazından insanın en yakın anlamlarına ulaşabilmiş olacaktık...
.........................
Sağda solda özellikle “Avusturyalı” denilen büyük müzik insanı Herbert Von Karajan´ın enaz muazzam müzik hasletleri kadar önemli bir vasfı, işte bu “tükeniş dönemi”ne şahitlik etmiş olmasıdır. Onun Beethoven ve Bruckner “yorumlatışları”ndaki eşsiz çabalayışlarını da bu düğümde aramak gerektiği kanaatindeyim.
Herşeyi mükemmelen yapmak mecburiyetindeydi.
Çünkü yapamadığı takdirde, bunun bir daha mümkün olamayacağını biliyordu.
(Karajan´ın, -yetişebildiği kadarıyla- teknolojinin bütün imkanlarını seferber ederek bıraktığı miras, işte böyledir).
“Mükemmellik için çırpınmak”a yapay ve hatta komik gözüyle bakanlar -acaba şimdilerde döllerinin marifetleri bakımından- nerelerdeler?
Karajan, savaş sonrasının populer ve büyük servet yapmış orkestra şefi olarak bilinir. Fakat onun asıl üstlendiği misyon tamamen buydu. Servet ancak bunun bir sonucu olmuş olmalı. (Kaldı ki, bücür bir kadın jokeylikten 80 milyon dolar servet yapabiliyorsa Karajan´ın serveti pekala “bileğinin hakkı” sayılabilir).
Karajan, bir “insan dönemi”nin bittiğini çok açık bir şekilde görmüş, bütün mesaiini buna göre kurmuştu. Ne yaparsa, onlar yüksek insan yaratımlarının son ışıltıları olarak yansıtılmış olacaktı. Bu bir "görev mirası" olacaktı.
Beethoven, Bruckner ve Brahms´a böyle sarılmış olmalı. Bunun başka bir izahı olamaz...
Fakat “miras” esasen çok daha yaygındır. Bu yüzden, “konser verip para kazanmak zorunda olan bir orkestra” rutinini her defasında aşabiliyordu.
Bugün, yahudi torpiliyle her tarafı ele geçirmiş tiplere bakıyorum: Zubin Mehda´dan Solti´ye, Perlman´dan Rattle´a... “Temelden bir müzik insanı olmayışım”a rağmen, bunlar ne kadar da “memur” kalıyorlar. Karajan´ın Berlin Flarmoni başındaki 35 yılı ardından Simon Rattle, nasıl da bir “pandomim palyaçosu” kalıyor...
(“Temelden müzik insanı olmayışım” gerçeğini en iyi yine Sn. Hocamız Prof. Yalçın Küçük, kitaplarından birinde bir yerde “Melomanlar nota öğrenmekten özellikle kaçarlar” diyerek harika izah etmiş. Aslında ben kaçmadım, fakat bundan 8-9 yıl kadar önce büromda MIDI klavye üzerinden bana 2 saat piyano dersi vermeye zorladığım adamcağız kaçmıştı. Hatta para bile almadı. Yüzeyde piyanoyu istediğimi, fakat içimden bir şeyin beni bundan alıkoyduğunu anlamış mıdır bilemiyorum).
Karajan´ın müzik için hissettiği tek şey olmalı: Bu mirasa sahip çıkmalı, onun yere düşürülmesine izin vermemeliydi. Madem ki, “yokediş” başarılamamıştı, hiç olmazsa bu kadarı başarılabilmeliydi...
Hayatın, millî ve bölünmez bütünlüğü bilmem ne yapılası yahudi çiftliklerinden bakıldığında o da elbette “elin oğlu” denen türdendi.
Fakat artık bunların ne anlamı olabilir ki?
Herbert Von Karajan, tükenişimizde son bir insanımız, son bir dostumuzdu...
..................................
“Sağ´cı/idealist” erkeğin yanında asla kadın olmaz. Varmış gibi görünenlerin hangi sebeplerle orada durdukları ise iyi bilinir. Ve onun adı asla “aşk” olmaz. Çünkü “kadın” cennette kalmıştır. Dünyaya atılanlar ise “dişiler”dir. Her bir dişi, hep aynı sol´un hep aynı Madam Bovary´sidir.
Bu, büyük ihtimal, Herbert Von Karajan için de böyleydi. 1945 öncesi dişileri, şimdilerin tabiriyle “mahalle baskısı” altındaydılar. Vücutlarının büyük bir kısmının kapalı, eteklerinin boylarının uzun veya enazından dizaltı olması da bu yüzdendi. Kimbilir hangi sopranolar, onunla yatmayı göze almış ise bile, bu büyük ihtimal bir “aşk tiyatrosu” idi.
Karajan´ın karısına baktığımda da yine aynı mahalle baskısı kokan o esaret/mutsuzluk alaşımını görürüm. Her an “gerçek aşkım” dediği bahçıvanının hayalini özlemleyip o tuhaf stress ve depresyonu yaşayan Bovary Kadın. Bahçıvanı bulamayacağını aklı iyice kestiğinde ise intiharı tercih edecektir. Tıpkı “The Hours” (Linki görebilmek için giriş yapmanız ya da üye olmanız gerekir. ) adlı filmdeki kadınlar gibi.
...Ve o kadın, bahçıvanının omzu üzerinden sana her bakışında, sana “büyük günah”ı hatırlatacak. Yutkunduğunda, gırtlağına tıkanmış meyvenin tadını değil, bunun acısını hissedeceksin... (MetinFE incilinden. Sayfası, no´su önemli değil).
Dişiler, asla sağ´cı olamazlar. Çünkü sağ´a aşık olamazlar...
Dişilerde aşksızlığın statu/servet ile nasıl ikame edildiği iyi bilinen bir hayat klasiği. Karajan ne de olsa -ister CIA, ister müzik sayesinde olsun- iyi servet yapabilmiş biriydi. Dişiler servet için tahammülde uzmandırlar. Sağ´cı erkek de bunu anlayamayacak kadar dallama olmadığına göre...
İlginç hususlardan biri, Karajan´ın kızının, onun (babasının) erkek fenotipine benziyor olmasından dolayı aşık olunamayacak kadar “çirkin” olması.
“Sağ´cı erkek” kadında sadece güzelliğe aşık olur. Fakat o aslında/realitede dişidir ve daima etini/budunu teslim edip “gerçek aşkım” diyeceği bahçıvanının peşindedir (diyar solunun, yarı yahudi/yarı neyse işte o, “uydurukça”da “nesnel idealizm” deyip, dandik felsefeye giriş kitaplarına iliştirdiği o şey, işte en çok burada iş görür). Bahçıvan/bahçıvanlar, onu geceler boyu ekip biçip yıllar içinde nihayette şaşmaz hatlarıyla bir “ana tanrıça” veya en hafifinden bol selülitli bir “süvari binbaşısı”na döndürdükçe ona/onlara bağlılığı da öylesine artacaktır ( Artık hiç kuşkum yok: Bu bir Tanrı oyunudur. Tanrı, oyunlarını ustaca yarattığı “dişi” üzerinden oynuyor... Kutluyorum seni Allah´ım sen gerçekten de büyük yaratıcısın!).
........................................
Karajan gibi bir sağ´cı, yüksek teknoloji ve onun avuntu veren oyuncaklarına bağlanırken sol´dan buna dair çatlak sesler yükselir: “Herhalde kuş ötmüyor” derler (Halbuki mesele, kuşun ötmüyor olması değil, dişi kuşun serenattan anlamıyor olmasıdır).
Ne kadar da klasik bir gerçek ve insanlık tecrübesidir: Dişiler ve onların komunal kazandan bahçıvanları asla müzik inşa edemezler...
Böylelikle “müzik”, topyekün bir sağ´cı/insan hasleti olarak insana kalır. Ne kadar güzel...
Müziği “kadın ideali/yoksunluğu” karşısına konumlayan da budur.
Acaba o meşhur soru onu neye nasıl motive ediyordu?: Ben onun “gerçek aşkları (!)” ardından kaçıncı erkeğim? Ben onun gözünde ne´yim? sorusu...
Karajan, tipik “sağcı erkek” olarak, avuntuları (onlara şimdilerde hobi diyorlar) çok olan biriydi.
Meselâ, havacılık...
Alman (üstelik de SS) Şef, tıpkı “mp3”ü görmeksizin vefat etmiş olmasında olduğu gibi, büyük ihtimal “glass cockpit” denen şeyi de görememişti. Business jeti ile muhtemelen Münih´ten kalkıyor, Manş üzerinde küçük turlar atıp tekrar Münih ya da Berlin´e geri dönüyordu. Fakat onun nisbeten yaşlanmış gözleriyle (“Güneşli Hitler günleri” hariç...) genelde o hiç de içaçıcı olmayan Almanya göğüne kokpitten bakışlarında bunları sık sık düşünmüş olduğuna adım gibi eminim: Karısına “kadınım” diyemeyeciğini, enaz Beethoven kadar yalnız olduğunu biliyor olmalıydı. Bu yüzden turnelerden kaçmıyordu. Avusturya ile Berlin arasında mekik dokuyor olmalıydı.
(Kim, bir sağ´cının/idealistin gökyüzünden habersiz olmasını bekleyebilir ki? [bütün bunları çoktan “unutmuş” modernite kazanı sürüleri hariç]. Karajan, business jet uçuş lisansı için gerekli yaş haddini aştığında “havacılık” defterini kapatmak yerine, ona birkaç yıl daha tanıyan helikopter´e geçmişti. Bu da yine takdir edilmesi gereken bir durum).
........................................
Neron ve aynı soydan birkaç Roma İmparatorunun hayatındaki çizgilerin konturlarında olmasa bile, anlamlarında yanlış aktarıldıklarını inanır oldum. “Tarih”in, olay ve ona dair çizgiler kadar, “yorum” işi olduğu nasıl da ortada:
Meselâ, Neron, erkek kölelerden birini hadım ettirmiş ve onu kendine kadın yapmıştı/yaptırmıştı. “Modern kazan”ın bunun içyüzünü yorumlamaktan kaçtığı kanaatindeyim (elbette kaçacak, başka şansı yok): Neron, Tanrı´nın kadını kendisinden uzak tutmasına cevap/tepki olarak, erkek köleyi kendine “kadın” yaptırmıştı. Caligula´nın kız kardeşi ile ensestinin ve sonrası zamanlarda onu öldürtmüş olmasının sebebi de bu olmalıdır. En iyi bilinen ve daha hafif kalan ise, hem Roma´da imparatorların, hem de Avrupa Ortaçağında derebeylerin yeni evlenen dişileri “gerçek aşık” damatlarından bir/tek, fakat “ilk” geceliğine alıp becermeleriydi (Onlar erkeğin Tanrı tarafından içine atıldığı “dünyevî aşk mahrumiyeti”nin intikamını müzik inşa ederek değil, işte böyle alıyorlardı. Etraflarında sürü teşkil eden kraliçe/cariye/odalık vb. sahtekar dişilerin ne kadar da anlamsız olduklarını elbette çok iyi biliyorlardı. Çünkü hiçbiri “aşk” değil, hepsi de birer “tahammül”dü...).
..........................................
Felsefî planda dişilerin sol´a ait olmaları, ideolojik planda, sol´un yahudiye daimi “hazır asker” olmasına tekabül eder. Ben/Biz buna “yahudi uşaklığı” deriz...
Bugün bile, adına “Avrupa sosyal demokratlığı” denen sürünün Almanya´da bir türlü (veya olması gereken düzeyde) kurumlaşamayan “sağ” karşısında her an hazır sokak bariyeri olmaları nasıl affedilebilir ki?
Fakat alan işte şu 3. Dünya çöplüğü olduğunda sol´un durumu ne kadar da farklılaşmıştır...
Sol´un, şu halde ve bilhassa, “yahudinin bu gibi hergüne/çok kullanımlık 3. Dünya çiftlikleri”ndeki hali, “paganizmin kazanına estetik avı” adlı yazımda
( Linki görebilmek için giriş yapmanız ya da üye olmanız gerekir. amp; amp; amp; amp; amp; amp; amp; amp;PN=1 )
bahsettiğim, dişinin “gerçek aşkları (!)” tarafından -bilhassa 40 yaşına kadar- mahvedilmiş ve de o haliyle Leonardo Da Vinci tarafından çizimlenmiş vajinasından pek de farklı değil ( Şimdi bu “yahudi tarafından kullanılmış sol”un durumu, vajinası madam Bovary aşklarıyla o hale getirilmiş bir dişinin 40´ından sonra kapak atacak emekli memur arayışındaki haline tekabül ediyor ). Çok geç bir uyanış. Fakat buna uyanış bile denemez. Sadece tipik bir “...ıç kurtarma arayışı”.
Acaba “günah çıkartmak” denebilir mi? İşin ucu öyle bir vajinayı kabullenmeye dayanacağından o günah oradan kolay kolay çıkmaz.
Bu sol, yahudi tarafından kullanılması ardından uyanışını dahi, esasen, öyle sosyal/mosyal işlere değil, yine ve doğrudan alabildiğine insan/şahıs tecrübelerine borçlu. Bir dişinin, 40´ına kadar -seks komününün farklı farklı “gerçek aşık” bahçıvanlarınca- her Allah´ın günü becerilip 40´nda ıskartaya çıkartılarak dıpdızlak ortada bırakılması durumu neyse, işte şu “3. Dünya sol´u”nun “yahudi tarafından” tam da uygun bir kartlaşma/ıskarta anında "kulübeye" çekilme tecrübeleri de odur: Anlıyorum ki, 12 Eylül cuntasının yahudileri, onların gerçek aşklarıydı...
Ben bu denkleme ulaşmada hiç de zorlanmadım. Sadece, saygıdeğer hocamız Sn. Prof. Yalçın Küçük´ün sinsi puzzle´de boş bekleyen yerlere dair beni malumatlandırması eşsizdi. Her zaman ve her fırsatta dediğim gibi, kendisine sonsuz müteşekkirim. Hocamızın sunduğu o parçalar olmasaydı, o hep aynı “felsefî sis” altında ölüp gitmemiz kaçınılmazdı: “İdeolojik çözümlemedeki eksiklikler” aşılamadığı müddetçe, felsefe, bu yerel 3. Dünya çöplüklerinde ne kadar da komik kalıyor...
......................................
Bunların bilindiği bir müzik erkekleri kollektivitesine “filarmoni”, bu filarmoninin icracı kurgusuna ise “orkestra” denir.
Orkestra, anarşizmin ta kendisidir. Orkestradan daha organize bir anarşizm olabilir mi hiç?
Çünkü orkestra –gerçeğe karşı/gerçekte hiç olmayan- mükemmelin hayallerini icra eder.
Hele bir de flarmonide “büyük besteci” demeyi hakeden biri varsa. İşte en büyük “parti” budur (elbette “siyasi parti” gibi birşeyden bahsediyorum).
Nasıl da tipik bir durum: Hakiki bir orkestrada elbette kadın (dişi) olmayacaktır. Çünkü orkestranın şefi de, icra sanatçıları da (ve hatta bütün filarmoni) pekala bilirler ki, dişi/dişiler hiçbir zaman onların yanında olmamışlardır/olamazlar.
Bugün mü?
Saygın (!) orkestralardaki kadınlar mı?...
Onlar sadece, “gerçek aşkları” olan bahçıvanları karşısında “parasız” olmamak için o “memurluğa” katlanıyorlar. Belki de herşeylerini verdikleri bahçıvanlarına -hâlâ/üstüne üstlük- yük oldukları içgüdüsüyle kıvranıyorlardır. Bu durumun yanında “seansı 100$” diyen bir eskort ne kadar da mantıklı/dürüst kalıyor.
Belki de biz kadınlarımızı “bahçıvanlarla beleşe yattıkları halde üstüne üstlük kendilerini onlara borçlu hisseden dişiler” arasından seçmeye kalkmak gibisinden olmayacak dua aminleri yerine, 100$´lık seanslarla yetinmeyi tercih etmeliydik... “Tapulu mal” ve “bağlılık” denen şeylerin yerini tutmayacağı kesin. Fakat günün biri geldiğinde o kadın “başka bir bahçıvan” dürtüleriyle kıvranmaya başladığında o şey gibi (!) ortada kalmak meselesi de var. Her zamanki klasikler. Meselâ, memur bir öğretmenin sınıfa anlamsız seslenişi: Aranızda Madam Bovary´i okumuş olanlar var mı?...
Kadının, insan kültürünün, insanın/erkeğin iki elinin on parmağıyla ve nasıl da adî bir gerçeklik tablosuna karşı bina etmeyi başardığı kurgulara “memur” olarak tepeden oturtulmasına sadece kin ve nefret duyabilirim. Kadın “müzik”e ne vermiştir ki/ne verebilirdi ki “zarif kemancı/flütçü/arpçı” orkestra mankeni olarak piyasaya sürülmektedir?
....................................
Geçen gün hiç olmadık şekilde bir konu dikkatime takıldı: Bütün batı müzik aleminde aşk/eşk o kadar konu olmuşken, “anne-çocuk” bağı/sevgisi hakkında ya ortada hiçbirşey yoktu, ya da varsa bile ben bilmiyordum.
Koskoca hristiyan ve bilhassa katolik kültürü temelden anne/çocuk kutsiyeti üzerine bina olmuşken bu ana insanlık tema´sına dair birşeylerin olmaması bilincime çakıldı.
Üç-dört bölümlük bir eser düşündüm:
-Doğum ve annenin içleri gülen gözlerle bebeğini kucağına aldığı ilk saatler, günler...
-Okula hazırlanış, anne elinde büyüyen çocukluk masumiyeti,
-İlk ergenlik yılları ve aşk.
-Ölüm...
Modern engizisyon -adım gibi eminim- şu dört bölüme baktığında sondan önceki bir yerlerde “eksik bölüm/bölümler” olduğunu sanacaktır. Fakat hiç öyle değil. Burada armut meyvesinin ağaç olup armut üretmesi gibi bir döngüden bahsetmiyorum. Başka birşeyden bahsediyorum...
Bu eseri kim bina edecekti? Elbette “müzik inşa edebilen” bir erkek...
Bu iş Tchaikovsky´e düşerdi. Fakat o da olmadığına göre...
Soruya geri dönüyorum: Koskoca batı müziğinde böyle bir eser niçin yok?
Çünkü, insan zekâsı, kadın/anne metamorfozunu asla kaldıramaz. Arada bir kopukluk olduğunun daima farkındadır.
Batı müziği ya aşk tarafından, ya da aşkı bastırabilmek için objektifleşme kaçışları (meselâ kral bilmem kimin hayatı, ya da mitolojik döktürmeler) tarafından şekillendirilmiş gibi görünüyor.
Bütününden "yoksunluk" üzerine kurulu bir inşanın/kültürün, nihayet gib bir yerde "neşeye övgü" haline getirilmesi ise nasıl düşünülmeli?
..................................
“Enformasyon açlıklarım” hakkında, “Leonardo Da Vinci” bahsinde yazdıklarım aynen burada da (Herbert Von Karajan konusunda da) geçerli...
Yahudinin şu 3. Dünya çiftliğindeki maraba köylü sürüsünün çocuklarından biri olarak, 1975 gibi bir zamanda, Berlin Flarmoni´nin Karajan tarafından titizlikle kayda alınmış hangi konserinden haberim olabilirdi ki?
Hangi anne(m), bana (bir ilk okul çocuğuna) “..... bak, buna müzik denir” diyebilirdi?
1979´da DVD´ye daha on yıllar vardı.
Karajan enazından optik kayıt fenomenine yetişmişti. Laser diskleri ve ardından AudioCd´leri görmüştü. Fakat bunlar işin lafazanlık yanları. Bugün Berlin Flarmoni Orkestrası internetten bilet satıyor ve insanlara hiç olmadık şekilde “internet live concert” önerisinde bulunabiliyor. Bunun altında ne aramak lazım? Berlin yahudileri avantalı yerlerinde canlı seyretsinler, dünya marabaları ise Japon teknolojisi ile LCD´ den... Öyle mi? Kaldı ki, ön koltuktan, yani, neredeyse kemanların veya çellloların yanıbaşında oturup dinlemek varken, internet live LCD´den konserin enaz yarısı boyunca pandomimci/palyaço şefinizin kılıktan kılığa giren suratını mı seyredeyim?
Halbuki Herbert von Karajan müziği elleriyle anlatan/misyonu üstlenip hakkını veren adamdı...
Kıytırık bir 3.dünya çiftliğinde 1985 için şöyle bir senaryo düşünebilir miyim?: Ay şekerim, bizim Ahmet, geçenlerde Stuttgart´a gitmişti (Porsche´sinin servis zamanı gelmiş de). Hazır gitmişken birkaç Berlin Flarmoni VHS´i de alıver demiştim. Beni kıramayacağı için almış ayol...
Bu tuhaf yerli dizi senaryosunu kim yutar?
Şu an -kuyruğu dik tutma derdindeki İstanbul burjuvası havaları içinden- Berlin Flarmoni/Karajan DVD´lerinden bahsetmeye kalkmanın hiçbir anlamı yok. Çünkü gerçekten komik kalır.
İşin aslı şuydu: Hikmet Şimşek adında biri, baştan itibaren yahudi çiftliği durumundaki devlet TV´de Pazar günleri klasik müzik programı yapıyordu. Ben de öyle küçük bir çocuk olarak değil, ilk gençliğindeki/kazık kadar biri olarak Karajan´ı -ancak- oradan tanıyabildim (Tıpkı bir çocuğun sünnet işinin 16-17´ine sarkıtılması gibi birşey).
80´lerde “Büyük Anadolu Köyü”nde hangi orijinal VHS veya Laser Disk? Esirdik biz esir...
Ve halen de öyleyiz. Şimdilerde her bir 20Gb´lık HD torrent saatlerinin ardında da aynı esaret var.
Karajan konserlerinin uyduruk bir TV ekranından gelen görüntüleri, demirparmaklıklı küçük hücremize gelebilen ışıltılar gibiydi... “Mükemmel”in varlığına açık delillerdi onlar.
Mesele, gerçek/ideal çatışması gibi gösterilmek isteniyordu. Çünkü bu gibi yahudi çiftliklerinde o Allah´ın belası gerçeğin pekala “aşılabileceği”nin anlaşılması asla istenmiyordu.
Esaretin asıl sebebi daima bu olmuştur.
“İdealizm Düşmanlıkları”nın sebebi budur. Gerçeği dayamalarının sebebi “felsefe/bilim” filan değildir, işte budur...
Çünkü “savaş” bir kez olsun kazanılabilse, gerçek, bu ...ğılık yaratıklar ve onları güden yahudinin tahayyül dahi edemeyeceği kadar ve pekala aşılabilir...
Bu yazıya henüz yorum yapılmadı.
Yorumları okumak yada yorum yazmak için sisteme giriniz.