ISSN: 1301 - 3971
Yıl: 18      Sayı: 1953
Şu an 145 müzisyen gazete okuyor
Müzik ON OFF

Günün Mesajları


♪ Kültür bakanlığı sınavında. Ankara thm koro şefi kızını aldı. Urfa korusu şefi kayın biraderini aldı. İstanbul korosu şefi oğlu ve yeğenini aldı. ilginizi çekerse detay verebilirim
ttnet arena - 09.07.2024


♪ Cumhuriyetimizin kurucusu ulu önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarını saygı ve minnetle anarken, ülkemiz Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 100. yılını en coşkun ifadelerle kutluyoruz.
Mavi Nota - 28.10.2023


♪ Anadolu Güzel Sanatlar Liseleri Müzik Bölümlerinin Eğitim Programları Sorunları
Gülşah Sargın Kaptaş - 28.10.2023


♪ GEÇMİŞ OLSUN TÜRKİYE!
Mavi Nota - 07.02.2023


♪ 30 yıl sonra karşılaşmak çok güzel Kurtuluş, teveccüh etmişsin çok teşekkür ederim. Nerelerdesin? Bilgi verirsen sevinirim, selamlar, sevgiler.
M.Semih Baylan - 08.01.2023


♪ Değerli Müfit hocama en içten sevgi saygılarımı iletin lütfen .Üniversite yıllarımda özel radyo yayıncılığı yaptım.1994 yılında derginin bu daldaki ödülüne layık görülmüştüm evde yıllar sonra plaketi buldum hadi bir internetten arayayım dediğimde ikinci büyük şoku yaşadım 1994 de verdiği ödülü değerli hocam arşivinde fotoğraf larımız ile yayınlamaya devam ediyor.ne büyük bir emek emeği geçen herkese en derin saygılarımı sunarım.Ne olur hocamın ellerinden benim için öpün.
Kurtuluş Çelebi - 07.01.2023


♪ 18. yılımız kutlu olsun
Mavi Nota - 24.11.2022


♪ Biliyorum Cüneyt bey, yazımda da böyle bir şey demedim zaten.
editör - 20.11.2022


♪ sayın müfit bey bilgilerinizi kontrol edi 6440 sayılı cso kurulrş kanununda 4 b diye bir tanım yoktur
CÜNEYT BALKIZ - 15.11.2022


♪ Sayın Cüneyt Balkız, yazımda öncelikle bütün 4B’li sanatçıların kadroya alınmaları hususunu önemle belirtirken, bundan sonra orkestraları 6940 sayılı CSO kanunu kapsamında, DOB ve DT’de kendi kuruluş yasasına, diğer toplulukların da kendi yönetmeliklerine göre alımların gerçekleştirilmesi konusuna da önemle dikkat çektim!
editör - 13.11.2022


Tüm Mesajlar

Anket


DOB, DT ve GSGM'de 4B kadrosunda çalışanların 4A kadrosuna alınmaları için;

Sonuçları Gör

Geçmişteki Anketler

Tavsiye Et




Tavsiye etmek için sisteme girmeniz gerekmektedir.

Destekleyenlerimiz






 

Yazılar


KHK Kıskacındaki sanat kurumları bu sürece nasıl geldi?Sayı: 1659 - 15.11.2016


İki gün önce sanat kurumları çalışanlarının üye olduğu sendikaların isteği üzerine sosyal medyada, özellikle Facebook'ta çok da yabancısı olmadığımız, tanıdık bir metin  paylaşılıp kamunun dikkati çekilmeye çalışılıyordu. 

 

Söz konusu paylaşım şöyleydi:

 

"Hükumetin Devlet Opera ve Balesi, Devlet Tiyatroları, Devlet Senfoni Orkestraları, Devlet Halk Dansları Topluluğu, Devlet çok Sesli Korosu olmak üzere toplam 52 sanat kurumunun kapatılmasını öngören yasa tasarısı bizim ve çocuklarımızın geleceğini yok ediyor.

 

Bizler Cumhuriyet'in kültür-sanat kurumlarının kapatılmasına sonuna kadar karşıyız. Yapılması planlanan model baskıcı ve gerici bir modeldir ve sanatın özgürlüğünü elinden almaktadır.

 

Bunun yanı sıra Eğitim fakülteleri, güzel sanatlar liseleri, konservatuvarlar da topun ucunda. Türkiye'de sanatın ölüm fermanı olan 52 sayfalık yasa tasarısı mecliste yarın, öbür gün onaylanabilir.

 

Cumhuriyet'in çağdaş sanat kurumları tek tek yok ediliyor. Esasında hepimizin bildiği gibi asıl yok edilmek istenen laik Cumhuriyetimizdir."

 

Bu bildiride de dikkat çekildiği üzere, (bol soslu) bir Cumhuriyet vurgusundan sonra Kültür ve Turizm Bakanlığı'na bağlı kurumlar olan Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü, Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü ile birlikte Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü bünyesinde   toplamda 52 sanat kurumunun kapatılacağı ya da yapısının değiştirilerek yeniden sil baştan bir kurum olarak faaliyet göstermek üzere düzenleneceği, bu düzenleme yapılırken devletin asıl amacı olan eğitim, öğretim ve nitelikli sanat yapma ilkesinin tahrip edilerek yerine daha düşük düzeyde, siyasi iktidar AKP'nin "Muhafazakar sanat" ilkesini benimsemiş kurumlar oluşturulacağı vurgulanmaktadır.

 

Bunun yanı sıra sanat kurumlarına eğitilmiş nitelikli personel yetiştirecek olan konservatuar gibi okulların da özerk yapılarının kaldırılıp Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlı sıradan okullar haline getirileceği de metinden anlaşılmaktadır.

 

Sanat kurumlarımızın 1950'den bu yana gidişatına baktığımızda ciddi badireler atlattığını, Atatürk'ün eseri olan bu seçkin üst sanat kurumlarının 1950'den bu yana geçen 66 yıllık süre içinde sağ iktidarların bizatihi hedefi olduklarını, 66 yıllık bu sürecin sadece sekiz yılında iktidar olan Cumhuriyet Halk Partisi ve o tandaslı sol iktidarlar döneminde sanat kurumları en parlak dönemini yaşadığını görüyoruz.

 

1940'ların başında Carl Ebert'in yönetiminde çalışmalarına başlayan Tatbikat Sahnesini 1947 yılına kadar Carl Ebert yönetti. 1947 yılında Muhsin Ertuğrul'un devraldığı sanat yönetmenliği görevi sırasında 27 Aralık 1947 tarihinde Ankara'da  Evkaf Apartmanı içinde (Şimdi Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü) bulunan Küçük Tiyatro, 2 Nisan 1948 tarihinde ise tütün deposundan dönüştürülerek yapılan Büyük Tiyatro, Muhsin Ertuğrul'un büyük çabaları sonucu açıldı.

 

10 Haziran 1949 günü çıkarılan "Devlet Tiyatro ve Operası’nın Kuruluş Yasası", 16 Haziran 1949’da yürürlüğe girdi. Muhsin Ertuğrul, Devlet Tiyatro ve Opera Genel Müdürlüğü’ne getirildi.

 

Devlet Tiyatrosu, 1 Ekim 1949 akşamı Küçük Tiyatro'da Cevat Fehmi Başkut’un “Küçük Şehir”, Büyük Tiyatro'da Johann Wolfgang von Goethe’nin Faust adlı oyunlarıyla açıldı. 20 Kasım 1949’da, Devlet Tiyatrosu’nun ilk çocuk oyunu "Yıldız Ece" sahneye konuldu.

 

1950 – 1951 mevsimi sonunda Devlet Tiyatro ve Operası Genel Müdürlüğü’ne Cevat Memduh Altar getirildi. 1954 yılında Genel Müdürlük görevine yeniden Muhsin Ertuğrul atandı.

 

Üçüncü Tiyatro, 4 Şubat 1956’da Garson Kanin’in "Dünkü Çocuk", Oda Tiyatrosu 5 Ekim 1956’da Jan de Hartog'un "Bir Yastıkta" adlı oyunlarıyla açıldı.

 

28 Eylül 1957’de açılan Bursa Ahmet Vefik Paşa Tiyatrosu’nda, 30 Eylül’de Celâl Esat Arseven’le Selah Cimcoz’un "Üçüncü Selim”, İzmir Devlet Tiyatrosu'’nda 1 Ekim'de John Boynton Priestley’in “Haftabaşı” adlı oyunlarıyla, devamlı oyunlara başlandı. 25 Ağustos 1958’de Devlet Tiyatro ve Operası Genel Müdürlüğü’ne Cüneyt Gökçer getirildi. Yeni Sahne 4 Ekim 1960’da Albert Camus’nun "Caligula", Altındağ Tiyatrosu 27 Mart 1964’te Nazım Kurşunlu’nun “Merdiven” adlı oyunlarıyla açıldı.

 

1947'den 1958'e kadar 1951-1954 yılları arası dışında Devlet Tiyatroları ve Operası Genel Müdürlüğü'nü sürdüren Muhsin Ertuğrul döneminde her iki sanat kurumumuz çok parlak bir dönem yaşadı. Ancak Muhsin Ertuğrul'un devrimci sanatçı kişiliğiyle Büyük Tiyatro'da düzenlenmek istenen Demokrat Parti balolarına karşı çıkması, bu nedenle salonu Demokrat Parti'ye tahsis etmemek için direnmesi, Demokrat Parti yönetiminin ve milletvekillerinin, bakanlarının tepkisini çekince, partiden gelen baskılar sonucu Başbakan Adnan Menderes Muhsin Ertuğrul'u 1958 yılında görevden alarak yerine genç bir aktör olan Cüneyt Gökçer'i atadı. Böylelikle Cüneyt Gökçer'in tam 26 yıl sürecek olan genel müdürlük dönemi başladı.

 

1960 Askeri darbesinden itibaren göreve aynen devam eden Cüneyt Gökçer döneminde Devlet Tiyatrosu ve Devlet Opera ve Balesi sanatçılarının ayaklanmasına sahne olur. Sanatçılar Sendikası üyesi sanatçılar 1968 Haziran'ında sendikanın isteği doğrultusunda greve gitmek isterler. Sloganlı pankartlı eylem yaparlar.  İsteklerin başında özlük haklarının ve maaşların iyileştirilmesi ve sanatsal kaygıların giderilmesi gelmektedir. Başbakan Süleyman Demirel sanatçıların sendika aracılığı ile ileri sürdüğü tüm istekleri kabul eder. Ancak Genel Müdür Cüneyt Gökçer buna karşı çıkar ve eyleme katılan sanatçıların kurumla ilişiği kesilir, sözleşmeleri yenilenmez. Bu olaylar sanat kurumlarının ciddi anlamda geçridiği ilk sarsıntıdır.

 

Oysa 1960'lı yıllar, Türkiye'de tiyatronun altın çağıdır. Devlet Tiyatrosu'nun başta Adana'da açtığı sahneyle birlikte yurt sathında yeni sahneleri açılırken diğer yandan 1963 yılında Asaf Çiyiltepe'nin yönetiminde Ankara Sanat Tiyatrosu kurulur. Ankara Sanat Tiyatrosu ilerde darbe yönetimlerinin ciddi hedefi olacaktır. Fakir Baykurt'un başkanlığını yaptığı Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) tiyatro kolu "TÖS Tiyatrosu" adı altında Sermet Çağan'ın yönetiminde, Sermet Çağan'ın yazıp sahneye koyduğu (örneğin: Ayak Bacak Fabrikası) oyunlarla Anadolu'yu karış karış dolaşarak halka tiyatro götürürler. İstanbul'da, İzmir'de, Bursa'da Antalya'da faaliyet gösteren özel tiyatrolar, tiyatro sanatının kalitesini yükseltirler.

 

1971 askeri darbesi,  tiyatronun 1960'lar altın çağına büyük darbe indirir. Ankara Sanat Tiyatrosu kapatılır, kimi sanatçılar tutuklanır, TÖS Tiyatrosu kapatılır. Bu arada Devlet Tiyatrosu ve Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürü Cüneyt Gökçer'in kurum içersindeki baskıcı tutumu iyice artar. Genel müdürlüğü döneminde tiyatro ve opera bale sanatının, baş rol oyuncusu ya da rejisözür olarak afişlerde hep onun adı görülür. Kısaca tiyatro ve opera bale sanatı kişiselleşmiştir ve tabii buna karşı çıkan kimi sanatçılar kurum içi soruşturmalarla pasifize edilir. Bu kisişelleştirmeye örnek verecek olursak, Shakespeare'in hemen tüm oyunlarını yönetip başrol oynamıştır. 14 yaşında bir çocuk olan Hamlet'i, 40 yaşındaki Cüneyt Gökçer oynamıştır.

 

Devletin resmi sanat kurumları ikinci büyük sarsıntıyı 1983 yılında Cüneyt Gökçer'in hatırı sayılır bir kurum içi ayaklanmayla Genel Müdürlük görevinden uzaklaştırılması ile yaşar. Cüneyt Gökçer 1983'de bakanlık kararıyla görevden alınır ve 26 yıl süren Genel Müdürlük kariyerini noktalar. Yerine Turgut Özakman genel müdür olarak atanır.

 

Turgut Özakman, özellikle Devlet Tiyatrosu için reform sayılabilecek adımlar atmak ister. Bunlardan kuşkusuz en önemlisi bir yönetmelikle faaliyet gösteren ve yasası dahi olmayan Devlet Tiyatrosu'nu çağdaş bir yasaya kavuşturmaktır. Bunun için bir Devlet Tiyatrosu yasa taslağı hazırlar. Ancak bu yasa taslağı  yönetmelikle yönetilen kurumun içinde bazı sanatçıların işine gelmez ve tepki gösterirler. Böylelikle kurum yasasız kalır. Turgut Özakman'ın hazırlatttığı bu yasa tasarısını TRT örnek olarak alır ve uygular. TRT'nin halen yürürlükte olan yasası Turgut Özakman'ın Devlet Tiyatrosu için hazırlattığı yasa tasarısı örnek alınarak hazırlanmıştır.

 

1980'lerden itibaren Demokrat Parti döneminde yaşanan siyasi baskıların benzerleri sanat kurumları üzerinde yaşanmaya başlar. Turgut Özal'ın ANAP'ı başta oyun repertuarı olmak üzere bir çok şeye müdahale eder. Kültür Bakanı Mesut Yılmaz özlük hakları üzerine yaptığı çalışmalarla sahne ve sanat uygulatıcılarının maaşlarında hatırı sayılır artışlar sağlar. Ancak kurumların özerk yapısını müdahalelerde bulunulur. Hatta fiili olarak yok edilir. Şimdilerde yeniden nükseden yerli oyun sahneleme anlıyışı belirgin bir biçimde ilk kez o yıllarda gündeme gelir ve uygulanır. Özellikle  III. Selim, IV. Murat gibi Osmanlı Padişahlarını konu alan büyük yapımlar teşvik edilir. Bu oyunların aranan aktörü de Cihan Ünal'dır.

 

Kurumların 1949'da kazanılan özerk yapıları özellikle 1970'lerden itibaren çok hırpalanarak yarı özerk duruma gerilemiştir. Bunun fırsat bilen kimi sanatçılar yıllarca sahneye çıkmadan maaş almış, TRT seslendirme stüdyolarında, Yeşilçam'ın film setlerinde ekstra işlerin peşinde koşarak günlerini gün etmişlerdir. Bu sanatçıların bazılarının 15 yıl sahneye çıkmadan maaş ve ikramiye aldıklarına dair soruşturma kayıtları devletin müfettiş raporalarına geçmiştir.

 

1992'de Rejisör Yücel Erten'in Devlet Tiyatrolarına genel müdür olmasıyla kurum yeniden hızlı bir ivme kazanmış ancak bu süreç Kültür Bakanı Fikri Sağlar'ın görevden ayrılmasıyla yarım kalmıştır. Ayrıca Yücel Erten'in "genel müdürler ve bölge müdürleri atama ile değil seçimle gelmeli" diyerek makamdan istifa edip seçime gitmesi ve seçimi kaybetmesi bu süreci noktalayan bir başka faktör olmuştur. Yücel Erten'in genel müdürlüğü sırasında 1993 Haziran'ında kuruma en geniş kapsamlı sanatçı personel alımı gerçekleştirilmiştir. Ve bu nedenle açılan sınav son büyük sınav olmuştur.

 

Sanat kurumlarında 1990'lar sancılı bir süreç olmuştur. Yönetimsel iç çekişmeler kurumların idari ve sanatsal yapısını ciddi olarak hırpalamış kan kaybettirmiştir.

 

1999 yılında iş başına gelen, Cüneyt Gökçer'in Ankara Devlet Konservatuarı tiyatro bölümünden asistanı olan Lemi Bilgin aynen hocasının yolunu izleyerek kurum içinde ciddi fikir ayrılıklarına neden olacak adımlar atmıştır. Kendi yandaşlarına reji dahil bir çok görevi çekinmeden veren Lemi Bilgin, karşısında gördüğü sanatçıların üzerine ölü toprağı serpmiştir. Lemi Bilgin Görevden alındığı 2013 yılına kadar aralıklarla toplam 14 yıl genel müdürlük yapmıştır. Bu süre Lemin Bilgin'e, Cüneyt Gökçer'den sonra en uzun süre görev yapan ikinci genel müdür ünvanını kazandırmıştır.

 

Kurumların bu gidişatından rahatsız olan dönemin Kültür Bakanı İstemihan Talay, çalışmayan personelin de çalıştırılmasını isteyerek Lemi Bilgin'i görevden alarak yerine, ünlü sinema ve tiyatro sanatçısı Avni Dilligil'in oğlu Ankara Devlet Tiyatrosu sanatçısı Rahmi Dilligil'i getirdi. Rahmi Dilligili tüm bölgeleri gezerek kurumun sorunlarını anlattı. Aspendos'ta DOB tarafından düzenlenen Aspendos Opera ve Bale Festivali'ne nazire olarak Devlet Tiyatrosu tarafından düzenlenecek olan  Aspendos Türk Müzikalleri Festivali'ni organize etti. Çok uzun ömürlü olamayan bu festival izleyiciden büyük beğeni almış alkışlanmıştı.

 

2001 yazında, o sıralar Kanal D haberi sunan gazeteci Uğur Dündar'ın da katkılarıyla uydurulan, Bursa Devlet Tiyatrosu'nda vuku bulduğu ileri sürülen bir yolsuzluk nedeniyle Devlet Tiyatrosu Genel Müdürü Rahmi Dilligil, makamında göz altına alınarak yargılanmış ve hapis cezası almıştır. Bursa Devlet Tiyatrosu müdürü de aynı akibeti bir kaç memuru ile birlikte yaşamıştır. Bu sırada, bu yolda Yargıtay'daki yakınlarının gücünü kullanan kimi Devlet Tiyatrosu sanatçıları da gözden kaçmamıştır. Sonuç olarak kurum içindeki kartallar kazanmış, şahinler kaybetmiştir.

 

Bu olay sanat kurumlarının, medyayı haftalarca meşgul eden haberleri ile aldığı en derin yaraydı. Çünkü Kültür Bakanı İstemihan Talay, sanat kurumlarının kimi ellerde çalışmasından memnun değildi ve o nedenle onları görevden almıştı. Kendi göreve getirdiği kişilerde bu şekilde görevden uzaklaştırılmıştı. Oysa  Bursa Devlet Tiyatrosu'nda gerçekleştiği iddia edilen yolsuzluk benzeri işler, "Sanatta Tasarruf Olmaz" ilkesini delerek genelde yaşanan rutin bir olaydı. Rahmi Dilligil'den boşalan makama kısa aralıklarla gelen kişilerden sonra yeniden Lemi Bilgin atanmıştı.

 

2000'li yıllar sürecin sanat kurumları açısından yıkıma doğru daha vahşice yaşandığı yıllar oldu. 1993 yılında Fikri Sağlar döneminde sınav açılarak yapılan geniş kapsamlı sanatçı personel alımı, 2000 yılında da yapılacakken yaşanan talihsiz olaylar bu süreci engellemişti.  Ve bu sınav hiç bir zaman da yapılamadı.

 

2006 yılında  dramaturg Mine Acar genel müdür olarak göreve getirildi. Onun döneminde kurum adına iyi işler yapılabilirdi ancak iş yaptıracak kadrosu olmadığı için kimi projeler ancak hayal olarak kalabildi. Mine Acar'ın eşinin uzun yıllardır Ankara İl Kültür ve Turizm Müdürü olarak görev yapması atamasının siyasi olduğu yorumlarına neden oldu. 

 

Mine Acar'ın muhalifi olan Lemi Bilgin, bu sıralarda TRT Radyo 3'de verdiği bir ropörtajında "Devlet Tiyatrosu sanatçılarının %70'i benim öğrendimdir" diyerek muhaliflerine gözdağı veriyordu. Kurum içi muhalifler Mine Acar'ın sanatçı olmadığını, dramaturg olduğunu  belirterek, sanatçı olmayan bir kişinin genel müdür ve genel sanat yönetmeni olamayacağını ileri sürerek idari görevlerinden istifa edip bürokratik ve sanat yönetimsel boşluklar yaratma yoluna gittiler ve bunda da başarılı oldular. Yaklaşık iki yıl kadar görevte kalan Mine Acar, görevi sırasında kuruma  sanatçı personel alımı için sınav açtıysa da bu sınav kurum içi muhalefitin, siyasi iktidarın kurum içi kadrolaşması olarak görülüp önce ertelenip sonra onların baskısıyla  yapılamadı. Daha sonra sınav açmayan, açamayan Lemi Bilgin yanlısı kurum içi muhalif kanat, Mine Acar'ın açtığı sınavı bahane göstererek, sınavı açamadıklarını ileri sürdürler. Tabii ki bu kocaman bir yalandı. Çünkü sınavın açılamaması, bakanlığın makamda Lemi Bilgin'i görmek istememesinden kaynaklanıyordu. Oysa aynı zamanlar Devlet Opera ve Balesi sınav açıp 240 sanat ve sahne uygulatıcısı alıyordu.

 

Ertuğrul Günay'ın Kültür ve Turizm Bakanlığı döneminde 60. yılını kutlayan Devlet Tiyatroları, dönemin genel müdürü Lemi Bilgin'in "60. yılda 60 sahne" sloganı ile bakanlığa ait illerdeki salonlara "Devlet Tiyatrosu" tabelası takarak bu salonlara ses ve ışık düzeni yerleştirip, bir idare müdürü atayarak "tabela sahneleri" açma yoluna gitti. Bu tabela sahnelerinin daha önce 12 bölgede kurulmuş olan yerleşik müdürlüklerden turne yaparak beslenmesi yoluna gidilecekti. Ve tabii AKP'nin muhafazakar sanat anlayışı yine sahnedeydi. Zaten tabela tiyatrosu olarak açılan bu sahneler AKP'nin muhafazakar sanat ilkesinin ürünleriydi. Yaptık ve oldu mantığının yansımalarıydı.

 

Sanat kurumlarının yakın tarihte aldığı en ciddi yaralanma olayı 8 Nisan 2011 Cumartesi günü, Ankara Devlet Tiyatrosu yapımı Şakir Gürzumar'ın yönettiği ve dört yıldır sahnede olan, seyircinin büyük ilgisini kazanmış "Genç Osman" adlı oyunu Büyük Tiyatro'da bir kız arkadaşıyla izlemeye giden Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın kızı Sümeyye Erdoğan oyunu terk etti. Sümeyye Erdoğan ile birlikte oyunu izleyen Ankara polis okuluna ait 200 kadar polis öğrenci de Sümeyye Erdoğan ile birlikte oyunu terk etti. Konuyla ilgili olarak basında ilk çıkan haberler Sümeyye Erdoğan'ın, Genç Osman'ı sahneleyen oyuncuların müstehcenlik içeren hareketler (haka dansını andırır figürler) yaptığı gerekçesiyle tiyatroyu terk ettiğini ve tansiyonun yükseldiğini söylüyordu.

 

Ancak Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın kızı Sümeyye Erdoğan'ın 11 Nisan 2011 Pazartesi günü kikişel  Facebook sayfasından yayınladığı mektuba ve Devlet Tiyatroları'ndan yapılan 'ortada bir sorun var, evet' açıklamasına göre; Sümeyye Erdoğan, kendisi gibi başörtülü bir arkadaşıyla, Cuma akşamı sahnelenen Genç Osman adlı oyuna gitti. Bunu yaparken de bir Başbakan kızı gibi değil, herkes gibi davrandı. Tiyatroya girerken, oyun esnasında diğer seyirciler de, oyuncular da onun Başbakan'ın kızı olduğunu bilmiyordu. Protokol olduğu için değil, bir tek orada yer kaldığı için, en ön sıraya oturdular.

 

Sümeyye Erdoğan, yine herkesin yapabileceği gibi tiyatroya gelirken ağzına bir sakız atmıştı. Kendi ifadesiyle, "tiyatro sırasında o sakızın ağzında olduğunun farkında bile değildi." Zaten tiyatrolarda sakız çiğnenmez gibi bir kural yoktur, hele ki Genç Osman gibi hareketli bir oyunda bu, kimsenin üzerinde durmayacağı, rahatsız olmayacağı bir alışkanlıktır.

 

Ancak ne olduysa oyunun birinci perdesinin sonunda oldu. Devlet Tiyatroları'ndan gelen açıklamanın da doğruladığı şekilde, Yeniçeriler'in göbek atarak âlem yaptığı sahnede en öndeki iki oyuncudan biri bir yandan bir ileri bir geri oynarken bir yandan da Sümeyye Erdoğan'a kaş göz işareti yapmaya başladı. Bu böyle birkaç kez sürdü.

 

İki başörtülü kız rahatsız olmuştu. Ve oyuncu sonunda, tiyatro salonlarında hiç rastlanmayacak ve seyirciyle ilişki kurallarına hiç uymayacak şekilde müziği ve oyunu kesti. Sahnenin önüne gelerek "pardon ben anlayamadım da sormak istiyorum, bu nedir" diyerek sakız çiğneme hareketi yaptı!

 

Sonuçta Sümeyye Erdoğan ve arkadaşı bütün bu yaşananlardan çok rahatsız olup salonu terk etti. Ortalığı velveleye vermeden, diğer seyircileri de rahatsız etmeden.

 

Bu olaydan sonra iktidara yakın basanın, mesela Habertürk gazetesinin yaptığı haber yoruma bakarsak,  "Tiyatro dünyasında bir seyirci sakız çiğnediği için bir oyuncunun oyunu durdurması rastlanmış bir şey değildir. Zaten bu, oyuncunun üzerine düşen bir şey de değildir. Eğer oyuncuyu çok rahatsız eden bir şey varsa, arada tiyatrodaki yetkililer ve görevliler aracılığıyla seyirci uyarılabilir. Ama sakız için değil tabii...

 

Dolayısıyla, Sümeyye Erdoğan'ın algıladığı tepki mantıklı görülüyor. O, tepkinin sakıza değil, başörtüsüne gösterildiğini sadece onunla da kalınmadığını söylüyor: 'Demek ki 'başörtülü yobaz' ve 'yüce tiyatrocunun önünde sakız çiğneyen saygısız' olmakla yetinmeyip bir de 'çoğunluğun aç olmasının sebebi olan azınlık tok (protokolde oturmamızdan belli!)' olmuştuk! Ne işimiz vardı bizim tiyatroda!'"

 

Bu gelişmeler üzerine Genel Müdür Lemi Bilgin, çok boyutlu ciddi bir soruşturma başlattı, buna neden olan sanatçıların ve tüm idari personelin boynu vurulmak üzere...

 

Bu olaylardan sonra Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, partisinin İstanbul Bayrampaşa ilçe kongresinde sanat kurumlarının miadını doldurduğunun ve artık tasfiye edilmesi gerektiğinin ilk sinyalini en açık sözlerle veriyordu. Çeşitli yöntemlerle yaklaşın on yıldır uygulanan ve adına TÜSAK denilecek olan yöntemin artık yasalaşma zamanı gelmişti.

 

Devlet Tiyatrolarında bunlar olurken, Devlet Çoksesli Korosunda, Devlet Opera ve Balesi'nde, Devlet Senfoni Orkestralarında başka şeyler oluyordu. Mesela Devlet Türk sanat ve Halk Müziği Korosu sanatçıları bir AKP milletvekilinin oğlunun Ankara'da açtığı pastanesinin açılış törenine zorunlu olarak gönderiliyor, gitmeyen sanatçılara soruşturma açılıyordu. Devlet Senfoni Orkestraları  neredeyse arabesk diye niteleyebileceğimiz eserleri çalmaya zorlanıyordu. Gerekçesi ise eskiden beri süre gelen 'halk bunları dinliyor' kolaycılığı idi.

 

Geçen yıllar içinde pek çok şey unutuldu. Bunlardan birisi de 1996 yılında gerçekleştirilen "Sahne Sanatları Sempozyumu" idi.  Devlet Opera ve Balesi Sanat Yönetmeni ve Koreograf Beyhan Murrphy'nin İngiliz sanat yönetimini, anlayışını ve işleyişini tanıtması ve ülkemiz için tavsiye etmesini, zamanın Devlet Opera ve Bale Genel Müdürü Hasan Hüseyin Akbulut'un ekibi ile birlikte yaptıkları yasa çalışmasını hatırlayalım. Bu yasa çalışması bugünkü felaketin temelini atan yasa çalışmasıdır. Sanatın genel kurallarını dışlayan, gelenekseli terkedip tamamen tepeden bakan snop bir anlayışla hazırlanan bu yasa çalışmasına mesela Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü davet edilmemişti. Koro ile solo aynı ücreti almasın saçmalığını bile ortaya koyan bir çalışmadır. Yani bir tiyatro oyununda başrol ile arkadan geçen beşinci adamı oynayan aynı parayı almasın gibi bir şeydir. Oysa bir sanat ürünü bütündün icra anlamında. Bu örnekler daha çok artırılabilir.  Rengim Gökmen, Lemi Bilgin ve Gürer Aykal bulundukları mecralarda ciddi hatalara imza atmadılar mı? O neden bu sol cenah sanat kurumlarına ve çalışanlarına en büyük kazığı atan kesim olarak tarihte yerlerine almadılar mı? Bakalım tarih bu muhteşem "trio"yu affedecek mi?

 

Ya da kaş yaparken göz çıkartanlar daha AKP ortada bile yokken öneriler ortaya koyanlar bugünden sorumlu değiller mi?

 

AKP iktidarının palazlanma dönemi sırasında yaşanan tüm bu olaylar, çağdaş sanattan hoşlanmayıp kendi anlayışlarına göre kurguladıkları, adına "Muhafazakar Sanat" dedikleri ve "sanat toplum içindir" popülist ilkesine dayanan olguyu başta devletin sanat kurumlarında olmak üzere diğer özel sanat kurumlarında da yerleştirilmesine öncülük etti.

 

Tabii bu süreçte Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın özel ve amatör topluluklara destek amacıyla  yaptığı maddi katkı da partizanlığın kurbanı olmuş,  Genco Erkal, Ferhan Şensoy gibi önemli sanat topluluklarının ödeneği kesilirken, kendini yandaş diye tanımlayan kişi ya da kişiler birden fazla değişik adla dernekler kurarak Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın bu ödeneğine ortak olmuşlar. Bu nedenle ödeneği vermekle yükümlü kurulda sert tartışmalar meydana gelmiştir. Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Nejat Birecik 2015 yılı toplantısında kurulu terk etmiştir.

 

Atatürk'ün eseri olan Muhsin Ertuğrul'un büyük çabaları ile kurulan devlet sanat kurumlarının artık dünyada eşi benzeri olmadığının haksız eleştirileri yapılarak, kapatılması gerektiği bizzat Kültür ve Turizm Bakanlarının verdiği demeçlerde vurgulanmaya başladı. Bunun için önce ülkenin çağdaş sanat simgesi olan İstanbul Taksim'deki Atatürk Kültür Merkezi 2006 yılında dönemin Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç tarafından kapatıldı ve yeniden yapacağız boş laflarıyla çürümeye bırakıldı. Sonrasında Atatürk Kültür Merkezi'nde prova yapıp konser veren tüm sanat kurumları İstanbul şehrinin çeşitli yerlerine taşınarak göçebe durumuna getirildi.

 

Sanat kurumlarına sanatçı personel alınmayıp, günlük puantaj usulüyle, puantaj başına ortalama 50 TL'ye konservatuar mezunu adı altında çalışanlar alınıp düşük ücretlere mahkum edilen  bir kesim oluşturuldu. Sanat kurumları bu hale düşünce burada çalışacak personeli yetiştiren konservatuar gibi sanat eğitim kurumlarına gözler çevrildi ve mezunları değersizleştirildi. Tüm bunlar son on yıl (2006-2016) içinde oldu.

 

2012 yılında kısa adı TÜSAK olan Türkiye Sanat Kurumu ve Sanatın Desteklenmesi Yasası adı altında bir ucube yasa taslağı hazırlandı ve Demoklesin kılıcı gibi sanat kurumları ve çalışanlarının tepesinde sallanmaya başladı. Zira TÜSAK sanata verilecek maddi desteği devletin yapması gereken bir yatırım olarak görmeyip tamamen tüccar mantığı ile kâr ve zarar cetvelii içinde değerlendirip, sanatçının sahnede ürettiği sanatsal ürüne ticari bir gözle bakmayı yeğledi.

 

Yasa çeşitli nedenlerle bir türlü TBMM'ye gelip yasalaşamazken, öbür yandan küçük çıkarları peşinde koşan kimi sanat kurumları çalışanlarının katkılarıyla fiili olarak uygulanmaya başlandı.

 

15 Temmuz 2016 darbesini bahane göstererek OHAL uygulamasını getiren AKP iktidarı, şimdi bir türlü çıkaramadığı bu yasanın bir başka benzerini, yani sanatçısıya sahnede gösterdiği performansa ve oyun başına göre ücret verecek olan, AKP'nin ortaya atıp uyguladığı muhafazakar sanat ilkelerine göre gerçekleştirilmiş popülist sanat ürünlerini sunan bir yapıyı KHK eliyle getirmeye hazırlanmaktadır.

 

Sanat kurumlarındaki A, B, ve C kadrolarında çalışan ve 657 sayılı devlet memurları yasasının hükümleri gereği kadro karşılığı sözleşmeli statüsünde olan çalışanların kadrosunun başka hiç bir kamu kurumunda karşılığının olmaması, bu çalışanların başka kurumlara kaydırılması imkanını da vermediğinden, süresi gelenleri emekliliği teşvik ederek emekli etme yolunu seçen bakanlık, emeklilik konusunda istediği başarıyı da sağlayamadığından şimdi bu kadrolardan kurtulmanın yeni yollarını aramaktadır.

 

Demokrat Parti iktidarından bu yana gelen tüm sağ iktidarlar ve yaşanan faşist askeri darbeler 1949'da özerk olarak kurulan sanat kurumlarının "özerk" yapısını  yok etmiştir. Tabii ki bu süreç birden bire olmamıştır. Özerk yapıya en büyük darbeyi 1980 İslamofaşist Askeri Darbesi indirmiş ve tamamen  yok etmiştir.

 

Bağıra, çağıra, kendini gösterer göstere gelen, özellikle şu son on yıllık (2006-2016) süreç içinde Orkestra Şefi İnci Özdil'in başını çektiği Türkiye Sanatçılar Birliği dışındaki sendika görünümlü  sivil toplum kuruluşları, konuyla ilgili hiç bir adım atmadılar. Sanatçılar da ancak entel redci, yüksek egolu davranışlarıyla yerlerinde saymayı tercih ettiler.

 

Sonuçta sanat kurumlarının KHK ile kapatılma aşamasına gelinmiş olundu.

 

Devlet Tiyatroları, halkın en yakınında ilgi gösterdiği, halk ile bağları sicak olan birinci kurum olduğu için sanat kurumlarının tasfiyesi sürecinde, süreç Devlet Tiyatroları üzerinden işletilmiş ve oradan yansıtılarak diğer sanat kurumlarına uygulanmıştır. Sonuçta bu süreç tüm sanat kurumları içinde aynı şekilde işlemiştir.

 

Şimdi yakın süreçte, buraya kadar anlattığımız bu öykünün sonuna gelmiş gibi görülmektedir. Bu öyküde adını zikrettiğimiz ya da zikretmediğimiz kahramanların katkılarıyla zayıflayan, iş yapamaz hale gelip hantallaşan sanat kurumları, artık siyasi iktidarın kendi menfaat gurupları için yok etmekten çekinmeyeceği ve "haam" diyerek yutup mideye inidirebileceği bir hale gelmiştir.

 

Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın "sahneleri sanatçılara vermeyip devlet olarak biz işleteceğiz" dediği 2011 yılı Haziran ayındaki ATV televizyonu konuşmasından anlaşılmalıydı nelerin yaşanabileceği ve bu kadroların bu işi yapmakta ne denli kararlı oldukları.

 

Müfit Semih Baylan

Editör


Yazıyı Tavsiye Et

Yorumlar


Bu yazıya henüz yorum yapılmadı.

Yorumları okumak yada yorum yazmak için sisteme giriniz.