Yazılar
Politikacı ve Sanatçı ayrımı üzerine / UÇURUM BÜYÜYOR…Sayı: - 25.08.2006
1965 - 1970 dönemi Türkiyesi için bir genelleme yaparak başlamak istiyorum. Şudur: Dönemin solu içinde sanat pratikeriyle politik pratiker aynı kimsedir. Politik politika pratikleriyle sanat pratiklerini apayrı uzmanlık alanları olarak niteleyen bir zihniyet söz konusu değildir demek istiyorum. Bu nedenle, 60’ların solcusu, öncelikleri ne olursa olsun, öteki alana ilişkin bir ilgi ve giderek de bir üretim faaliyeti içindedir.
Günümüzde adlarına daha çok politik politika alanında rastladığımız pek çok ad o sıralarda eş zamanlı olarak sanatla da uğraşmaktaydı. Hüseyin Cevahir, Gün Zileli, Eşber Yağmurdereli, Murat Belge vb. gibi kimseler ilk elde akla gelebilecek kimselerdir. Öte yandan, başat uğraş alanı olarak sanat pratiğini benimsemiş kimseler de dönemin parlak politik çehreleri arasındadır. FKF’nin ve TİP’in genç ve ateşin kadrolarıdır bunlar.Haluk Aker, Ataol Behramoğlu, İsmet Özel, Zühtü Bayar gibi adlar da bu cephe için ilk elde sıralanabilecek olanlardır. Yani, o zamanlar, politik pratiker sanat da yapan ve sanattan konuşan kimsedir ve de tersi... Bu iki pratik birbirinden bütünüyle uzak ve kopuk uzmanlık alanları olarak kavranmamaktadır henüz. Bir tek dize, bir tek şiir yüzünden savcılığa ihbar edilen, haklarında davalar açılan, kitapları toplatılan kimselerdir dönemin sanatçıları. Doğal ki, bu katışmanın, bu biraradalığın nesnel gerekçelerinden biridir bu da.
70’lere gelindiğinde gün be gün genişleyen bir sol fraksiyonlar yelpazesiyle karşıkarşıya kalırız. Her politik hareket sanatsal kültürel ortama kendince
müdahale ederek söz konusu alanı sahiplenme ve yönlendirme anlayışı içindedir artık. Kuşukusuz ki, sanat pratiğini yine de ihmal edilebilir ve politik politikanın uşağı olarak gören bir tuhaf zihniyetle! İslam’ın kadın sizin tarlanızdır anlayışı ile bu anlayış arasında bir anoloji kursam fazla mı ileri gitmiş olurum bilmiyorum, ama durum hiç de iç açıcı değildir, özetle. Belli başlı bütün politik hareketler kendi sanatsal-kültürel yayınlarını çıkarmakta ve bu hareketlere üye ya da sempatizan konumundaki sanatçı kadrolarını da bu çatı altında toparlamaya çalışmaktadır. Süreç çoğu kez bir taraftar mantığıyla işlediği için de söz konusu yayınlar yalnızca o hareket çevresince tüketilen nesnelere dönüşmektedir. Dönemin bu konuda yapılacak olan eleştirisi bir yana, politik pratiker ile sanat pratikerinin hala aynı ya da kaynaşık kimseler olduğunu gözlemleriz ki bu da bugüne oranla kuşkusuz ki bir olumluluktur.
80’lerin ilk çeyreğinin sonuna doğru,illegal olarak varlıklarını sürdüren kimi hareketlerin kültür sanat dergileriyle görünmeye başladıklarını gözlemleriz.Bu yayınların bazı politik hareketleri yasal zeminlerde kamufle etmeye yarayan araçlar olarak mı tasarlandıkları, yoksa kültürel sanatsal alana bir müdahale gereksiniminden dolayı mı oluşturuldukları kuşkusuz ki tartışma konusudur. Ama sürecin işleyişi bize ikincisinin doğruluk payının daha bir güçlü olduğunu düşündürmektedir.
Gerçekten de ilerleyen yıllarda bu yayınlar birer sanat-kültür yayını olmaktan çıkmış politik yayınlara dönüştürülmüştür. Yarın dergisi bu yayınlardan yalnızca birisidir. Edebiyat politik politikaya geçişin sıçrama tahtası olarak kullanılmıştır bütün dönem boyunca ve bu da alanın özgül niteliğinin kavranabilmesinin önünü tıkamıştır büsbütün.
Politik politika alanında etkinlik gösterememenin vicdan azabını, politik politikanın ‘yükünü’, sanat pratiğine ciro ederek gidermeye çalışan bir edebiyatçı tipinden söz edilebileceği gibi, edebiyatı kendine siper eden bir politiker tipinden de söz edilebilir demek.
Öte yandan, hayat sürmektedir ve solun üzerindeki zifiri baskı sürecine ilişkin bir başkaldırı oluşmaktadır yavaş yavaş. 80’lerin ikinci yarısı başkaldırı ve direniş olanaklarının olabildiğince araştırılacağı, oluşuturulacağı bir dönem olacaktır . Ayrışma saati gelip çatmaktadır. Sanatı sıradan bir araç, bir kamuflaj malzemesi olarak gören politik politiker zaten hep küçümsemiş olduğu bu şeyi artık bir kenara atabileceği bir noktaya geldiğini düşünmektedir. Karşı taraftaysa sanat pratikeri duruyor. Politik politika alanında olup bitenlerden dili yanmış, hatta belki de bütün bunlardan tiksinmiş durumda ve bu yanıyla, hiç değilse kendi kavrayışı gereğince, haklı. Soluğu da tükenmiş durumda. Yeniliğe, bir moda düzeyinde olsa bile yeniliğe, en açık olan o. Okuyor, kaydediyor, deniyor, ayrıştırıyor ,ama bütün bunları yalnız yapıyor artık. Evinde, arka odasında, karısından bile habersiz olarak. Çünkü karısıyla bile zaten hiçbir zaman gerçek bir ortaklık kuramamış ve birbirlerini idare eder tarzda bir birliktelikleri var.
Bütün bu süreçlerde ihmal edilmemesi gereken önemli bir nokta da toplumcu gerçekçiliğe ilişkin tartışmalardır. 80’lerin ikinci yarısında hız kazanan ve daha bir cüretkarlaşan bir eleştirel tutum gelişmektedir toplumcu gerçekçiliğe karşı.
Sosyalizmden, kendi komünist kimliklerinden vazgeçmeyen ama toplumcu gerçekçi de olmayan kesimler giderek güç kazanmaktadır ve artık sol edebiyat yelpazesi, kaba bir çizgi çekebilirsek, ikiye bölünmüştür:
İşte trajedinin başladığı nokta: 89’la başlayan reel sosyalizmlerin çözülüşü sürecinin olağanüstü etkisi, edebi konjonktürün bu özgül niteliğiyle katışınca sol sanat pratikerinin kimliğinde ciddi bir çatlakla sonuçlanır. Geriye dönüp inceleyenler şaşkınlıkla farkedeceklerdir: Sol / toplumcu gerçekçi yayınların birbir kapanması ile liberal, islami yayınların ansızın çoğalması arasında bir iki yıl ya vardır, ya yoktur.
Bundan böyle sol sanat pratikeri silik, pısırık, gerçek bir atılım yapamayacak, gerçek bir örgütlü karşıçıkış sürecini düşleyemeyecek bir tipe dönüşecektir, giderek.
Son fişek de 1993 yılında kullanılmış ve bulanık bir zihinle öylece orta yerde kalakalınmıştır. Sol sanat pratikeri gündemini artık asla ve asla kendisinin belirleyemediği bir ortamın içindedir ve kafasını kurcalayan pek çok şeyin yanında “postmodernizm” tartışmalarından da haylice bunalmaktadır. Artık politik politikaya ilişikin hiçbir yayın ilgisini çekmiyor dense yeridir. Dergi reyonlarında yer alan tek bir politik yayını bile bir kez olsun karıştırmıyor ve bu konudaki gereksinimini (eğer varsa) Birikim’den falan karşılıyordur.
Sol politik pratiker tipine gelince o da zaten çoktandır ihmal ettiği ödevini artık iyice boşlamış ve sanattan vazgeçmiştir. Artık yalnızca kendi parti/örgütünün yayınlarını okumakta, arasıra da başkaca hareketlerin yayınlarına şöyle bir göz atmaktadır. Arasıra Nazım’ı, Can Yücel’i falan okuyan , ama T.S. Eliot’un, Ronsard’ın, Pessoa’nın adını bile duymamış olan bir tiptir sol politik pratiker(bütün bunlarda bir çeşit milliyetçilik kokusu bile buluyorum bazan).
Evet, gelinen noktada sanat pratikeri ile politik pratiker artık bütünüyle birbirinden uzaklaşmış ve aralarında uçurumlar yer almaya başlamıştır. Birbirinin duyarlıklarına bütünüyle uzak iki kutbun oluşmasına gerekçe olmuştur süreç ve işte giderilmesi gereken sorun da budur. Bu iki kimlik yeniden buluşturulamadığı, kaynaştırılamadığı sürece solun mesafe kat edebilmesi olanaksızdır.
Son bir iki söz. Yazımın bazı noktalarda fazlaca öznel, kaba, indirgemeci vb. bulunabileceğini kuşkusuz ki kestirebiliyorum. Ama yaptığım şeyi bir ödev gibi algılıyorum ve konu üzerine düşünüyor, düşüncelerimi de paylaşmak istiyorum. Böyle kavransın isterim. O zaman yararlı olabilir belki.
Yazıyı Tavsiye Et ♫
Yorumlar
Bu yazıya henüz yorum yapılmadı.
Yorumları okumak yada yorum yazmak için sisteme giriniz.