Yazılar
Gördüğüm MüziktirSayı: - 13.09.2006
Yanılmıyorsam dört yıl evvel İstanbul’un ‘önemli’ müzik mekânlarından biri olarak bilinen Maslak Venue’de Latin müziğinin yeni parlayan yıldızı Manu Chao konserine davet edilmiştik. Bizi davet eden tonmayster arkadaşım mekânın çok iyi bir ses düzeneği olduğunu, ve de iyi bir konser olacağını müjdelemişti. Bir müzisyen olarak daha çok geleneksel halk konserlerine alışkındım. Birçok şeyin değiştiğini, özellikle ses, ışık ve görüntü olanaklarının bu tip yeni nesil yerlerde konsere önemli bir işlev kazandırdığını biliyordum. Anlayacağınız biraz cahildim. Bunun yanı sıra Manu Chao’nun ‘muhalif’ bir müzisyen olduğunu da zaten bilerek gelmiştik. Konsere duyduğumuz merakı kapı girişindeki boğucu kalabalık ve üst baş araması biraz giderdi. Ama daha çok içeri girdiğimiz anki manzara görülmeye değerdi: büyük, görkemli Efes Pilsen stantları, efes pilsen tişörtlü ‘işçiler’,her yanda eli efesli gençler; yer gök efeslenmişti. İnsanı titreten volümdeki müzik de dâhil her şey. Gerçek bir sponsorlukla karşı karşıyaydık. Açıkçası bu bizim için bir ilkti. Gariplendik. Arkadaşımla ‘şimdi racon böyle’ dercesine birbirimize bakarak bu şaşkınlığımızı gidermeyi erteledik.
Konuşmaya, sohbete aman vermeyen bir organizasyon vardı. Yüksek volümlü müzik, su kıvamında içilen soğuk biralar, kızaran sucuklar, burgerler, birbirleriyle piknik havasında oynaşan çiftler… Yalnızca sözcükler yoktu, yabancılık yoktu, un ufak aynılaşmıştık; herkes tanıdık olmuştu… Özgürlüğün 68 model bahçesinde gibiydik.
Ön grup olarak sahneye Baba Zula çıktı (ismi çok güzel bir grup). Müzikleri oldukça ‘yeni’, yer yer tanıdık ve yaratıcı. Gayet de başarılı bir sahne yaptılar. Ardından gecenin as yıldızı Manu geldi. Üzerinde adeta Paris ya da Porto Allegre’nin varoşlarından geldiğinin bir nişanı gibi giymiş olduğu eşofmanı ve tişörtüyle Latin ateşini fişekledi. Eşofmanı onun bayrağıydı: varoşların bayrağı. Müziğinin sözlerini anlamasak da sanki bizden başka herkes anlıyor gibiydi. Birbiriyle bağlantılı olarak çalınan birkaç şarkı sonrasında sahnenin önlerinde kümelenmiş bir grubun omuzları üzerinde yükselen iki genç büyük bir pankartı açmaya çalışırken biz de meraklandık: yine mi efes pilsen diye. Oysa tahminimizde yanıldık, hem de çok fena. Tamı tamına hatırlayamıyorum ama özetle Viva Zapata,Viva EZLN gibi bir şey yazıyordu pankartta. O anda bütün psikolojimiz değişti. Manu da pankartı açan arkadaşlara selam çakınca atmosferin politiği de değişime girmiş, efes pilsen o an kısa devre yapmıştı. Efes dediğin Zapatistlere sponsorluk yapacak değildi. Kaldı ki Latinler tekila ya da marihuana içerdi. Ama Manu, gençleri Latin tadında efesle buluşturmanın mariuana etkisini yaratmıştı
Manu coşuyor ve coşturuyordu. Ortalık, hatıralarımdaki ‘eski’ örgüt gecelerinin(içkisiz) havasını andırıyordu. Müzik artık herkesin içindeydi. Devrimci, enternasyonalist, anarşizan duygular, biracı, eğlenceci, zevkçi duygularla müthiş bir kaçamak yaşıyordu sanki. Efes’in sponsorluğu sayesinde herkes biraz Manu, biraz Maradona, biraz Zapata biraz Allende olmuştu.
Manu kesintisiz söylediği şarkılarına kısa bir ara verdiğinde biz de yükselen hararetimizi iki bira ile çimenlerin üzerinde gidermeye koyulduk. Hem rahatladık hem gerildik. Alışkanlık gereği bu alışkanlık dışı durumun değerlendirmesini yapamamanın dayanılmaz sıkıntısını yaşıyorduk. Tam o esnada konsere girerken de karşılaştığımız anarşist bir arkadaşımızla karşılaştık Mütevazı bir gururla sordu: bizimkileri gördünüz mü Ezln… pankartı açtılar? Biz de gayet yorumsuz: evet, gördük dedik. Bir şeyler söylemek mümkündü ama mümkün de değildi. Az sonra ikinci yarı başladı. Şimdi kafalar biraz daha iyiydi ama ilk bölümdeki pankart ‘çılgınlığı’ engellenmişti. Pankartın tahrik ediciliği bu defa da milli esnaf güdüsüne sahip efes görevlilerince önlenmişti. Tepki sivil değil, sarhoş değil, oldukça uyanık, müteşebbisti. Gerçi pankartı asan grubun dışındakiler kanımca Ezln, Zapata falandan bihaberdi. Kalabalık, kelimenin tam anlamıyla güruhtu. Kendini bir ibadet gibi biraya ve müziğe kaptırmıştı.
Gecenin sonunda herkes kendini biraz yaşamış, ambulans, polis v.s. siftah yapmamış, Manu ve ekibi gitarını- tumbasını toplayıp gitmiş ortalıkta boş bira şişelerini ve mekânı toplayan işçiler kalmıştı. Birçoğu için sorgulanmaksızın hatıralar sandığına atılan bu yaz akşamı, beni ise gündemimize daha çok 90 sonrası girip kısa zamanda sanatın ve sanatçının gönlüne taht kuran: sponsorluk olgusuyla yüzleştirmişti. Nasıl bu kadar meşruluk kazanmış, bu kadar hâkim olmuş, el attığı şeyleri de kendiyle birlikte yüceltir olmuştu? Teorik olarak medya, pratik olarak müteşebbis sermaye hazırdı aslında ama etik nereye kaybolmuştu? Etiği sponsorlarda aramak saflık olur. Müzisyenlerde, ‘sanatçılarda’ aramak da, kritik konusu yapmak da toplumsal ve bireysel bir alışkanlık olmanın uzağına düşmüş, ‘eleştirmenlerin’ sözlüğündeki anlamı değişmiş, ‘yeni’ bir etik gelişmiştir. Bizde ‘yeni’ olan bu durumu nimet kabul etmenin altında yatan fetiş bir batılı gibi olma, batılıya beğenilme arzusu, müzisyenler arasında yerleşik bazı modern dogmalar ve kabuller üretmiştir. Sanatçının değişen pazar mekanizmalarına gösterdiği uyum pratiği zamanla dinleyiciye de bulaşmıştır: paradigmayı ideolojik olarak bütünleyen ‘uzman’ bir tüketici kategorisi olarak tanımlanabilir dinleyiciye. Sözde etkin, oysa üretici sürecin tamamen dışında, verili olanı reddetme hakkını kullanamayan, öznelliğini eğitimine borçlu piyasanın hazır ve nazır hedef kitlesine. ‘Dinleyiciler’ ve ‘sanatçılar’ birbirleriyle bu kadar özdeş oldukları halde aralarına bir üçüncü aktör olarak giren prodüksiyon ve pazarlama bileşeni, yani müzik endüstrisi bu iki failin de önüne geçmiş, Adornovari bir deyimle onların ilham kaynağı olmuştur. Haliyle müzisyene kalan, ‘sanatçı’ efsanesini, dinleyiciye kalan da ‘ kültürlü dinleyici’ efsanesini ağzının tadını bozmadan yaşamak, kendini etkinliğe boğarak modern dogmalarını yüceltmektir. Oysa bunlar o derece formel, entelektüel duyarlıktan uzak kabullerdir ki acınası bir cehalet de içerirler. Yukarıdaki bahse sofistike bir referans oluşturması bakımından önemli bir örnek: Louis Armstrong’un ünlü ‘iki tür müzik vardır: iyi müzik, kötü müzik; ben birincisini dinlerim’ lafının yol açtığı, burjuva ideolojisine özgü totaliter bir ayrım. Evet, Armstrong böyle bir laf etmiştir ve ben bu lafın ardında maalesef derin bir anlam göremiyorum. Ama bu lafın günümüzde çok açık bir bakiyesi de oluşmuyor değil: iyi müzik nihayetinde dinleyebildiğin, markette olan ve hatta sana iyi olduğu yönünde prospektüsü sunulan, en son imkânlarla ‘en yeni hislerle’ hazırlanmış bal gibi piyasanın hikmetiyle yapılan müziktir. Peki ya kötü müzik? O’nu kim bilebilir ki: kaydedilmeyi hak etmeyen, çağını yakalama safsatasıyla çoğunluğun, ortalamanın vehmiyle malul olmayan, tekniği taçlandıran bir kurgu olmaktan uzak, cezasını yalnız insanın kalbinde çeken bir müzik mi acaba. Bakiye: müziği damızlıkmış gibi gezinen starlar, tercihi kerametmiş gibi yaşayan ideolojiler üstü hayranlar.
Armstrong şöhretin beyaz etkisine fazla kapılmış olsa gerek ki ‘ne mutlu türküm diyene’gibi bir laf etmiş ama biz biliyoruz ki Armstrong’u, dinleyemediğimiz ve de dinleyemeyeceğimiz bir çok isimsiz (yaptığı müziğin iyi ya da kötü olduğuna hiç mi hiç kafa yormayan) siyahi ozana borçluyuz, iyi müzik dinleyicisi olmamıza değil. Peki, Manu Chao konserini neye borçluyuz? O’nu buraya iyi müzik dinleyenler mi getirdi, ya da zapatistler mi yolladı? Çok açık: sponsoru, pazarlamacısı kanalıyla geldi, onlara rağmen değil. Bunu düşünmek bile gündelik insanı zorluyor, bağımsız bir faaliyeti olanaksız olarak görmesine neden oluyor. Çünkü henüz bir zamanlar Avrupa’da yapılan cinsten bağımsız bir politik-protest müzik festivali yapmaya muktedir bir örgütlülükten ve inançtan uzağız. Çünkü günlük bir gazetenin sayfasında ‘yakında yapılacak bir devrim için sponsor aranmaktadır’ ibaresinin yazıldığı günleri yaşıyoruz. Pazarlanabilir bir muhaliflik olumlanırken muhalefeti piyasaya teslim etmeyen müzik ve dinleyici neyle mahkum ediliyor; yasa dışı faaliyetle mi korsan etkinlikle mi? Kapitalist bir sponsor güdümünde muhalif bir şey yapabilmeye olan koşulsuz inanç kapitalizme Kautsky’den daha fazla inanmayı gerektirir ki bugün inancın düzenle sınavının altın çağını yaşıyoruz. İyi ya da kötü, bir sponsorla çalışmak başka(ondan kurtulma pahasına), ‘onsuz olmaz’ diyerek onun ideolojisini yaymak başka şeyler. Bugünün tabiriyle ‘işinin patronu olmaktan’ bahsediyorum yani. Bu konuda bizlere yol gösteren bir inci de Mikis Teodorakis’den. Kendileri demiş ki ‘benim müziğimi dünyanın en ücra köşesine her kim ulaştırır ise onunla çalışırım, mafya bile olsa’. Buradan ben şunu anlıyorum ki Teodorakis iyi müzik yapıyor. Çünkü mafya kötü müziğe para yatırmaz, doğası gereği. Teodorakis kadar yakın arkadaşı Zülfü Livaneli de doksan sonrasındaki değişimini Hipodrom konseriyle taçlandırmıştı. Yanılmıyorsam, CHP ya da T.C. Devletinin bir bakanlığının sponsorluğuyla çıktığı konserinde ‘yiğidim aslanım burda yatıyor’ derken işaret parmağıyla Anıtkabir’i gösteriyordu. Sonrası hepimizin malumu. Sanat etkinliklerindeki ana belirleyen olarak bir sponsor ihtiyacı artık işin doğal bir parçası haline geleceğinin sinyallerini tabiî ki öncelikle devlet eliyle yapılan etkinliklerle de veriyordu.
Özellikle son yıllarda konser, festival, üniversite etkinliklerinin tamamına yakını sadece bütçe gerekçesiyle sivil inisiyatiften koparılıp ticari aktörelere terkedilmiştir. Bu etkinliklerde pazarlanan müzik yine son yılların trendi müziği olarak kabul gören ‘rock’ müzik ve müzisyenleri başta olmak üzere pop ve arabesk tabanlı müziklerdir. Bunun özellikle üniversitelerde yaygın hale gelmesi tesadüf değildir. Hele hele ‘rock müzik’in bu portföydeki yerinin yükselişi hiç tesadüf değildir. Miller, CocaCola, Wolksvagen, Efes Pilsen, Marlboro, Pegout, Turkcell... v.b. firmaların etkinliğinde yer alan bir müzisyen, ikinci gün üniversite konserine üçüncü gün de bir bara, gece kulübüne çıkmakta ve rock müziği yaparak hayatını idame ettirmektedir. Fakat her nedense buralarda boy gösterenleri başka yerde hele de bütcesi olmayan etkinliklerde görmek olanaksızdır. Belli formasyonda bir müşteriye, mekânsallığa pazarlanabilen rock’un nasıl bir müzik olduğu, çok az bir kısmı dışında maalesef hiç de kafa yorulamayacak bir durum. Özetle, elektrik gitarlı pop: hikâyelerin biraz daha bireye kaydığı, gündelik olanın eskisi kadar yüzeysel ama daha yeni bir jargonla ifade edildiği, dinleyici yaşını geçmişe oranla daha aşağı çekmeye muktedir, tanıdık, evcil. Fakat onların bu zararsız, yumuşak huylu rock’unun genç kitlelerin ilgisini çektiği aşikâr. Gerçi yabancı bir grup geldiğinde bizim rock’cular alt grup oluyorlar; yani taşeron kalıyorlar. Davul-Bas-Elektrik gitar saunduna sıkışmış New York aksanlı bir Türkçeyle aşağıyı yakalamaya çalışan, gözlemci orta sınıf mantığını bir türlü aşamayan bu müziği, festival afişlerinde görmek yetmez, dinlemek ve anlamak gerekir. O da yetmez, hak ettikleri değerle onurlandırmak gerekir. Türkiye’de müzisyenlerin birçoğu, hiçbir zaman yaptıkları müziğin sistemle ilişkisini, politik koordinatını açıktan deklare etmez, etik meselelere fazla girmez, kendi müziğini eleştiremez ve eleştirilmesine olanak vermez yalnızca ‘biz de böyle bir şek yaptık işte’ gibi aslında tüketicilerini zorlamayan ama onlar için yapılan o ari müziği yaparlar. Ya rock yaparlar ya halk müziği ya da özgün müzik (neden özgünse) denilen şeyi v.s. Çünkü bunu açıktan ifade ederlerse işlerinden olacaklarını bilirler. Geçerli olan tarz gidilen etkinliğin maksadına ve içeriğine uygun bir çift tumturaklı sözle olayı kapatmak, en azından suyu bulandırmamaktır. Bu müziklerin içeriği de son yıllarda fena halde birbirleriyle özde aynılaşan bir formata girmiştir. Bir rock’cunun söylediği popçununkinden, onunki türkücününkinden pek de farklı değildir. Şarkılarda muhalif bir söylem varsa da bu temennilerden öteye gidemeyen, öneremeyen, bağırmayan, çağırmayan, çomak sokmayan dolayısıyla da yaşamayan bir muhalefettir. Sadece muhalif duygular değil başka temalar da alabildiğine konformist, alabildiğine pop bir kurguyla yapılan klişe-montajlardan ibarettir. Son yıllarda müzikteki içerik dünya genelinde de aynılaşma eğilimindedir. Bunun en önemli nedeni tabii ki ulus aşırı tekellerin hegemonyasıdır. Aynı zamanda da geleneksel ve anonim(kolektif) olanın kendi yaratıcı dinamiğini yitirmesi, tamamen ticari bir pazara doğal olarak intibak edememesidir. İşin kötü tarafı müzikteki biçimci- teknokrat zihniyet mahalli icralara kadar bulaşmış, müziğin işlediği birçok tema ‘iş yapmaz’ kaygısıyla kapı dışarı edilmiştir. Yeni müzik insanlığın yakıcı meselelerinden uzak, sıradan yaşantının şiirinden uzak hayatı var eden emekten, işçiden, sanayiden, köylüden ve doğadan uzak bir muhtevaya yelken açmıştır. Satılabilir, pazarlanabilir müzik korkarım yeni bir kategori yaratmaya doğru yol almaktadır: Darvin’in doğal seleksiyon tezinin pratikçisi olarak piyasa, sponsor ve global sermaye hegemonyasıyla. Sistem bu durumu tolere etmek için dünyanın farklı yerlerinden mahalli müzikleri de ‘modern müziğin’ aksesuarı yapmaktan geri durmamış. Yeni Pop Rock, ‘World Musıc, Hip-Hop, Elektronik ve bu müziklerin alt türleriyle müzik endüstrisi ‘farklı seslere ve alt kültürlere’ de sözde olanak tanıyan, çağımızın siyasi ideolojisiyle örtüşen liberal bir fantazya yaratmıştır. Pek tabii bu duruma öncelikle maruz kalan kent insanıyla(okumuşla) taşra insanı (okumamış) arasında zaten var olan iletişim sorunu daha da garip bir hal almaktadır. Sorun, şimdi pazarın ‘nimetlerini’ direkt tüketenlerle o nimetlerin dolaylı etkilerini yaşayanlar arasındadır; hem coğrafi hem sınıfsal hem de kültürel formasyon olarak.
Konjonktürün bizdeki fotoğrafı şudur: Taşradaki insan hala Âşık Daimi, Âşık Gülabi, Şivan Perver, Özay Gönlüm v.d. dinlemekte ve kentli elit tarafından hâlâ cahil olarak anılmaktadır. Aklı malik kent müzisyeni de daha çok bizi ne anlasınlar havasında, feodalizmle yaşıt laflarla yüzlerini iyi müziği borçlandıkları batıya dönmektedirler. Oysa batı sorgulamak, sormak gibi analitik aklı da salık veren bir ‘istikamet’. Kentteki müzisyen pek ala sorabilir:
Neden taşradaki bir insan hala ‘yiğit gölgesinde yiğit saklanır, kötülerin dalı gölgesi olmaz’ ya da
‘Zenginin sözüne delil diyorlar,
Yoksul söyleyince deli diyorlar
Zamane şeyhine veli diyorlar
Gün geçtikçe artar delimiz bizim…
diye devam eden bir şarkıyı dinliyor da beni dinlemiyor; beni satan bu kadar mı yeteneksiz? Ama işte taşra, kenti belli bir yere kadar tüketiyor. Hele, söz konusu müzik ise kent yapımı müzik taşraya gidinceye kadar sararıyor soluyor, belki dinleniyor ama o kendine has geçiciliğiyle taşralının dünyasında çok eğlencelik kalıyor ki onları çok fazla eğlendiremezsiniz. Aynı işçiler gibi onlar da en fazla bir gün iki gün eğlenirler, üçüncü gün açlık bastırır. ‘Sanatçı’ sıfatını bir şekilde taşıyan insanların artık bağımsız bir faaliyet yürütme, gelemeyene gitme, verili durumu aşma arzusu olmadığı gibi herhangi bir memnuniyetsizlik sergilememeleri de oldukça manidar. Onlar yalnızca müziklerini yapıyorlar ve satıyorlar; bu işi gönüllü yapan üç beş kişi de ya kötü müzik yapıyor ya marjinal kalıyor ya da amatörlükleriyle küçümseniyor, dışlanıyor. Fakat taşranın bu katılığının farkında olanlar yine festivaller yoluyla burayı hem daha aktif bir pazara hem de daha ‘dünyaya açık’ bir sosyaliteye dönüştürmenin yollarını arıyorlar. Son yıllarda özellikle Kürt insanlarının yoğun olarak yaşadığı kentlere, her nedense yoğun bir oranda ‘kültür sanat’ etkinliği pazarlanıyor. Bazı büyük etkinlikleri de kürt kurum ve sivil toplum örgütleri tarafından yapılıyor.Ellerinden ‘kimlikleri çalınmış’ kürt halkına festivaller kanalıyla nasıl bir kimlik pazarlanıyor: İbrahim Tatlıses kimliği mi? Kürt olduğu halde bir kez olsun bunu deklare etmeyen,edemeyen. Üstelikte Tatlıses’e sponsor çok, sponsor olunacak insan mı yok? Bu festivalci ve sponsorlar taşradaki yerleşik alışkanlıkların, değerlerin genç kuşaklar üzerindeki etkisini kırmanın ve restore etmenin uzun vadeli planlarını hayata geçirirken özellikle muhalif sanatçıların hiçbir örgütlü projesi yok. Hatırlayacaksınız İstanbul’da düzenlenen BarışaRock bile CocaColanın festivaline nazire olsun diye hiç de gerçekçi olmayan bir saikle yapıldı. Umarım coca cola işi bıraktığında da bağımsız kalarak devam edilir. Sanatçıların bir aradalığı, örgütlülüğü değişen dünyada neredeyse imkânsız bir şey. Tamamen ekonomist yapıdaki meslek örgütlerini saymazsak tabii. Onları iki şey bir araya getirebiliyor: paranın ve politikanın tartışılmaz gücü. Ve yarattığı popülarite. İşin garip tarafı bir siyasi hareketin ya da politik içeriği olan bir etkinliğin de faturası günbegün artıyor.
Bunun nedeni her ne ideolojik yapıda bir örgüt olursa olsun, popüler isimleri tercih etmeleri.
Özellikle ‘sol-sosyalist’ cenahta yer alan örgütlerin çoğu düzenledikleri etkinliklere artık mahalli sanatçılar, amatörler yerine ‘kitle müziği’ yapan profesyonelleri çıkartıp taraftar tavlama adına hatırı sayılır paralar veriyorlar. Böylelikle de aşağının sesini kendileri de biraz kısmış, piyasa gibi davranmış oluyorlar. Oysa bugün birçok insanın tanıyıp bildiği halk ozanı bir zamanlar yine solcuların-sosyalistlerin düzenlemiş olduğu Âşıklar Şenliği’yle ismini duyurmuştur. Tabii o zamanlar âşığın ünlüsü ünsüzü yoktu. Piyasa koşullarında bağımsız müzik yapabilmek için bin bir zorlukla karşılaşan birçok müzisyenin (ki, bazıları da müziği bırakmak zorunda kalmıştır, tıpkı devrimciliği bırakanlar gibi) en yakıcı sorunu yaratıcılık ve üretkenlik değil toplumsal yapının her alanına sirayet etmiş seçkinci, popülist ve sığ bir iktidar arzusuyla malul zihniyetlerdir. Bu zihniyet karşımıza sponsor vesaire olarak çıkarken bazen de ‘ demokrat’, ‘devrimci’ ve unutmamak lazım ‘ilerici’ ve örgütlü olarak çıkabiliyor. Burada çizdiğim tablo karamsar bir tablo değil mevcut durumun bir son iyimser uç için sorgulanmasıdır. Bahsini yaptığım meseleler burjuva toplumunda sanat üst başlığı altında yüz yılı aşkındır mercek altındadır. Bugün sanatsal etkinliğin bağımsızlığı, sanat insanının bireysel yaratım özgürlüğü geçmişe oranla daha fazla zan altındadır. Özellikle müzik, geçmişte olmadığı kadar ajitasyon-propaganda materyali olmuş, reklâmların, televizyon ve eğlence dünyasının olmazsa olmaz bir parçası haline gelmiştir. Sanatsal faaliyeti özgürlük sorununun bir parçası olarak gören herkes nasıl bir devrim sponsorsuz yapılmak zorundaysa o devrimin samimi ve özgür şarkılar söyleyerek yapıldığında gerçek bir devrim olacağına duydukları inancın arayışında olmalıdır. Bu arayış öncelikle hali hazırdaki kabulleri, üretim ve tüketim etkinliğinin tüm aşamalarını her an sorgulamak, sanatsal faaliyeti, konumuz itibariyle müziği hayattan kopuk gündelik bir etkinlik olarak gören kapitalist zihniyete terk etmemeyi gerektirir inancındayım. Özellikle müzik insanlığın en eski dilidir, hala da insanlığın onun karşısındaki zaafı metafizik bir içerikte sürüp gitmektedir. Bunun en büyük göstergesi gündelik hayatımızdır. Müziğin toplumsal rolünü küçümsemek gündelik hayatı atlamaktır ama aynı zamanda müziği markette değil hayatın akışında arama, yaratma ihtiyacının her bireyin bir ihtiyacı olduğunu duyumsamak insanı bir özne olarak tanımlamaktır. Bir ihtimal daha var o da piyasanın sunduğu alternatifin yarattığı gizli, sinik özneyi reddetme ihtimali. Ben bir müzisyen olarak şunu salık verebilirim, her zaman iyi müzik diye bildiğiniz ya da duyduğunuz şeyleri değil arada bir de kötü
müzik dinleyin, onlara şans tanıyın, tabii bulabilirseniz. Diyelim bulamadınız o zaman siz yapın, göreceksiniz: kötü olacak. Kendinizi kötüye alıştırın, alışalım. Kötü, elinden iyiliği alınmış olandır… artık.
Yazıyı Tavsiye Et ♫
Yorumlar
Bu yazıya henüz yorum yapılmadı.
Yorumları okumak yada yorum yazmak için sisteme giriniz.