Yazılar
Kanuni Âmâ Ali BeySayı: - 19.12.2005
Otuzlu yıllarda bulunduğumuz kasaba çöl ortasındaki bir vahaya benziyordu. İl’likten ilçeliğe indirilmiş Aksaray yine de taşıdığı özelliklerle, olanaklarla iyi bir yere sahipti. Memurlar için yeğlenen sevilen bir memleketti. Daha 1925 yılında Elektrik Fabrikası ve büyük bir un fabrikasını kendi olanaklarıyla yapmışlardı. Halkı son derece sevecen, konuklarına, görevlilere saygılıydı, yoksulun bile gözü tok, dürüsttü.
Sanırım bu özellikleri Aksaray’ı o yıllarda sayıları çok az olan yabancı kökenli şirketlerin pazarlaması bakımından çekici kılıyordu, zaman, zaman ara verse de çalışan bir sineması vardı, ortaokulun toplantı salonunda sık, sık temsiller verilir, okulun alt salonunda gösteriler yapılırdı. Tahmin edeceğiniz gibi o yıllarda değişik isimler altında çalışan tiyatro kumpanyalarının da uğrak yeriydi. Hafız İhsan Opereti, Komik-i Şehir Mehmet Ali Kumpanyası, Şadan Adanalı Konser Grubu ve daha niceleri. Bir de bakardık ki bunlardan birinde çalışan bir müzisyen, örneğin davulcu, yanına topladığı birkaç arkadaşıyla bir grup yapar, kendi adına temsiller vermek üzere Aksaray’a gelirdi ama ayrıldıklarından birkaç gün sonra da dağıldıklarını duyardık. Ve bu böylece sürer giderdi.
En büyük sorunları salon bulmak, kaymakamlıktan, dolaysıyla polisten gerekli izni alabilmekti. Sanki aralarında sözleşmişler gibi ilk uğradıkları yer eczane olurdu. Sorunlarını anlatırlar, çözümü için aracılık rica ederlerdi. Gerçek bir sanatçı dostu olan babam ise onları kesinlikle geri çevirmez, salonu uygun bir fiyatla kiralar, eğer resmi bir salonsa gerekli izni alır, diğer işlemlerini tamamlattırırdı. Sanırım bu ilgisi ve yardımseverliğiyle acınası koşullar içinde yaşam savaşı veren bu insanların dostluğunu, güvenini kazanmıştı.
Ortaokul öğrencisi olduğum yıllarda, yani İkinci Dünya Savaşı öncesi, yine babama yardım etmek üzere eczanede bulunuyordum ki içeriye siyah takım elbise giymiş yaşlı bir bay ile koluna girmiş, topluca, 30–35 yaşlarında bir bayan girdiler. Erkeğin gözünün görmediği anlaşılıyordu, gözlerinde siyah gözlük vardı. Bayan ise ona son derece saygılı davranıyor, özel gösteriyordu. Adamcağız gereksindiği şeyleri söyledi, bulduklarını almak için oyalanırken, babamın bakışları onun üzerine takılıp kalmıştı. Bir ara yanına yaklaşık “Siz Kanuni Ali Bey değil misiniz?” diye sordu. Adam elindeki kutuyu bırakıp görmek istermiş gibi kendisine seslenen kişiye yöneldi, “Evet!” dedi. Babam biraz daha yaklaştı, “Ben…” diye başlayıp kendisini tanıtmaya hazırlanıyordu ki, adam “Sen İbrahim’in oğlusun…” diye âdeta bağırdı. Görmeyenlere özgü o anlatılmaz sezgisiyle.
Uzun süre sarılı kaldılar. Sonra bir sandalyeye oturup yaşam öyküsünü anlatmaya başladı kısaca. İstanbul’da bunalmıştı. Daha iyi kazanç sağlanıyor diye bir dostunun önerisini kabul edip turneye katılmış, yanına bu kızı da almıştı. Emekli subay bir ahbabının kızıydı, onun kötü yola düşmesine vicdanı elvermemiş, korumasını üstlenerek kızı edinmişti. “Gel, demişti, sen bana göz kulak ol, ben de sana baba olayım, geçimini sağlayayım.” Böylece başlamış birliktelikleri. Ali Bey’in iyi bakıldığı hemen belli oluyordu. Üstü başı tertemiz pantolonu ütülü, kravat düzgün bağlanmış, güngörmüş davranışlarıyla gayet şıktı. Babam ona Askeri Tıp Okulunu bitirip Balkan Savaşıyla başlayan yıllarını, Selanik’ten Yemen’e atanıp ancak 1919’da sonuçlanan ve Kurtuluş Savaşıyla süren uzun ayrılığını anlattı.
Ali Bey arada bir sözünü kesiyor, dedemin Çamlıca’daki yazlık evinde yaptıkları hafta sonu meşklerini yani müzikli eğlencelerini ve onunla ilgili anılarını söylüyordu. Öyle ki bu hafta sonu toplantıları o zamanlar hafta tatilinin Cuma günü olması nedeniyle Perşembe akşamından başlar, çoğu kez cumartesi sabahına dek sürermiş. Fasıllar geçilir, yeni besteler sunulurmuş. Mevlevi olan dedem de onlara ney’iyle katılırmış. Dedemin iyi bir ney ustası olduğunu ondan duymuştum.
Ali Bey ayrıca babama da Kanun dersleri vermiş. Hele, babam zaman, zaman aşka gelir, bir ahbabından ödünç aldığı Kanunla bize küçük konserler verirdi. Bu tutkusunu Yemen’de bile sürdürmüş. Ama Yemen’deki müzikli sohbetler bunlarla sınırlı kalmamış, yanlarında getirdikleri plaklardan klasik müzik dinlemeyi hiç ihmal etmemişler. Düşünebiliyor musunuz? Bin yanda yalçın kayalıklar ve ilerde uzanan çöl, diğer yanda Beethoven’in, Verdi’nin, Mozart’ın, Lehar’ın besteleri… Anlaşılan o günün aydınları çağ atlamayı böyle algılamışlar, sömürgeleşmenin önüne çıkıp ülkeyi kurtarmışlar, yangının, çöküntünün, göz gözü görmez dumanın içinden aydınlık, nice hainliklere direnmesini yürütebilen bir Cumhuriyet çıkarabilmişler.
O akşam yemeği hep beraber yerken söz konuk bayanın yaşam öyküsünde odaklaştı. Ali Bey’in evlatlığının babamın Yemen’den bir subay arkadaşının kızı olduğu ortaya çıkmasın mı? Hem de öyle yakın arkadaşı ki, evlenmesinde tanık ve geleneğe göre en yakın arkadaşın yapması gerek kuşak bağlamayı yerine getiren kişi. Artık kopan çığlık yeniden ortalığı birbirine kattı ve annemin gözleri sulanarak ona sarılması bir oldu. Sorular soruları izledi ve bu bitmez tükenmez sohbet temsil saatine dek sürdü.
Aşağı yukarı her akşam yemekle beraberdik. Ali Bey her zamanki şıklığı ve inceliğiyle yerini alır, bazen yanında getirdiği kanunla bir şeyler çalar söylerdi. Bunların içinde bir tanesi yabancımız değildi. Çünkü babamın da azından düşmezdi. Ser ta kadem… Sorduğumuzda “Dedenizin şarkısı” derdi. Uzun yıllar bunu dedemin bestesi olduğunu sanmışımdır. Dedem pek çok sevdiği için öyle söylermiş. Gerçek Bolahenk Nuri Bey’in Aksak usul bir şarkısı olduğunu neden sonra öğrendim. Güftesi,
Ser ta kadem ey pembe ten- Mecburun oldum işte ben- Lütfeyle gel ey gül beden- Virane gönlüm eyle şen idi.
Kumpanyanın bir haftalık temsil süresince böylece üç hafta sürdü. Akşam ve Pazar yemeklerine sıklıkla diğer müzisyen ve sanatçılar da katılır, adeta temsillerin provaları yapılmış olurdu. Herkes yaşamından mutluydu. Komik Mehmet Ali’yi, Feryadi İsmail Hakkı Bey’i, dansöz Adalet’i böylece tanıdım. Komik Mehmet Ali’nin, babamın “oğlum, seni bu kez zayıf gördüm, sevda mı çekiyorsun?” değinmeli sorusuna verdiği “hayır abi, züğürtlükten burnumu çekiyorum” yanıtı bizi günlerce güldürmeye yetmişti. Feryadi İsmail hakkı Bey’in kendi buluşu olan Feryat adını verdiği saz, cümbüşü andırıyordu. Pos bıyıkları, iri gövdesiyle tam bir Osmanlı çelebisi olan İsmail Hakkı Bey bas sesiyle sevilen, sayılan bir sanatçıydı. Birkaç yıl önce sefalet içinde öldüğünü duyduğumuz ve ölmeden önce kaldığı güçsüzler yurdunda televizyon adına röportaj yapılan dansöz Adalet ise ustalığının zirvesindeydi, çok beğenilirdi. Zaten bir yıl sonra Almanya’ya gitti. Avrupa’da büyük ün kazandı. Fakat sonuç değişmedi.
Kanuni Ali Bey’in tam bir virtüöz olduğunu başkalarından da duydum. Hepsi kendi çapında bir değer ve yetenek olan bu insanlar o günlerin koşulları içinde ne yapmak isterlerdi? Nasıl bir serüvenin peşindeydiler ya da içinde? Yol yoktu, otel yoktu, lokanta yoktu içlerine sindirecekleri. Aksaray’a çoğu zaman kamyon işlerdi. Lokanta olarak, sıradan aşevleri dışında, belediyenin ve bir şahsın salonları vardı. Köylülerin kasaba pazarına geldikleri kaldıkları hanları saymazsanız, otel denecek tek yer belediyenin bitiğindeki Belediye Oteliydi ki odalarında bulunan bir iki somya, temizliği tartışmaya açık, yatağı yorganı, iki sandalyesi, bir küçük masanın üzerinde duran dibi yeşile çalmış sürahi ve üzerinde tersine çevrilmiş bardağıyla lüks (!) ayrıcalıklar taşırdı. Çoğu zaman ucuz olsun diye mevsimine göre, peynir, ekmek, zeytin, helva ya da domates, salatalık yediklerini görürdüm. Gündüz saatlerinde kumpanyanın palyaçosu ya elindeki zili çalarak, ya da sırık ayakların üzerinde uzamış olarak, peşinde bir alay çocukla, mahalleleri, sokakları dolaşır, o günkü temsilin reklâmını yapar, programını açıklardı. Akşamları ise temsil başlamadan bir saat kadar önce trompet, davul, ud ya da kemandan oluşan bir orkestra daha çok gürültüye dayanan bir konserle tiyatrolarını anımsatır, ilgi çekmeye çabalarlardı.
Ali Bey’in bu curcunada işi ve yeri neydi? Bunu zaman, zaman düşünmüşümdür. Zamanın gelenek ve göreneği mi? Zaten ayrıldıktan bir yıl sonra haberlerin arkası kesildi. Kim bilir hangi harap apartmanın bodrum katında, ya da sefil bir mahallenin yıkılmaya yüz tutmuş ahşap evinin bir odasında tükenip gittiler.
Bugün sanatçıların yazgıları değişti diyebiliyor muyuz?
Yazıyı Tavsiye Et ♫
Yorumlar
Bu yazıya henüz yorum yapılmadı.
Yorumları okumak yada yorum yazmak için sisteme giriniz.