Yazılar
Türkiye Arap Müziği -tarihi bakışla birlikte düşünceler-Sayı: - 26.09.2006
Klasik Arab Müziği incelenirken ele alınması gereken bölgeler / ülkeler üzerine bu, öneri ve düşüncelerden oluşan yazıda, konunun inceleme alanlarından birini oluşturan “Türkiye Arab Müziği” irdelemeye çalışılır.
“Türkiye Arab Müziği” başlığıyla kullanılması önerilen tanımın nedenlerini kısaca belirtmek gerekir: Tarihsel bütünlük içinde Türkler ve Arabların birlikteliğinin bin yılı çoktan aştığı ve bu çok uzun süreç içinde iki toplumun birbirine karşı durduğu anların, yan yana durduğu anlardan çok daha az olduğu unutulmamalıdır. Bilindiği gibi bu yan yana duruşlar tarihsel süreklilikte, iki toplumun kültürel birlikteliğini güçlendirici ve hızlandırıcı etki yapar.
Kuşkusuz müzik, iki toplumun arasında var olan kültürel etkileşimlerin en belirgin örneklerinden biridir. Klasik Türk Müziği, kısa bir tanımlamayla güçlü bir müzik geleneği olan Doğu Roma, Arab ve Süryani müzikleri ile şekillenir. Müzik zevkindeki etkileşim, Osmanlı Devleti’nin tüm Ortadoğuya, Ortadoğuyla ve Ortadoğuluyla birlikte hakim olmasıyla artar. Ancak Osmanlı öncesi Ortadoğu’da Türk – Arab ilişkilerinin varolduğu da unutulmamalıdır. Abbasilerin paralı askerleri olarak Türkler, Mısır’da Memlukler, Suriye, Lübnan ve Irak’ta Türkmen aşiretleri, Haçlılara karşı verilen birlikte savaş gibi…
Ortadoğu coğrafyasında sınırların değişimi üzerinde yirminci yüzyıl başında yaşananlar, karışık halde oturan çoğu akraba olmuş halkların cetvelle birbirinden ayrılmasının boşuna ve acıklı çabasını oluşturur.
Bu, Ortadoğulular için saçma çabanın bir sonucu olarak çoğu, sözde “millet” temelli birçok Arab ve Türk ülkeleri oluşur. Böylelikle kurulan her ülkede, bir gün önce “aynı” olan, artık “öteki” olarak nitelenmeye çabalanır.
Ulus devlet oluşumu çabaları içinde olan bu devletler, Osmanlı Devleti’nin dağılması ardından mesela bir gün öncesine kadar kendi nüfus kağıtlarının bile aynı olduğu insanlara yabancı muamelesi yaparak hem onları şaşırtır, hem onlardan aynıyla karşılık görerek kendileri şaşırır.
Bu şaşırtıcı ve çokça anlaşılmaz gelişmeler, tarihsel olarak birbirlerine düşmanlıkları olmayan Arab ve Türk milletlerinin birbirlerine tarihlerinin hiçbir döneminde görülmedik şekilde sırtlarını dönmelerini beraberinde getirir.
Ancak, Ortadoğu’da kime sırtınızı dönüyor ya da döndürüyorsunuz? Bu milletler öylesine iç içedir ki birçoğunun aile büyükleri diğerinden göçmen gelmiş ya da orada akrabaları olan başka devletlerde yaşamaya başlar. Ama devlet rejimleri başka olsa dahi umumi ismine “siyaset” ortaya çıktığında, bu birlikteliğin ardından gelen ayrılık, milletleri birbirine düşman etmeye yeter.
2Tüm bunların sonrasında iki toplumun oluşturduğu devletlerin birbirleriyle ilişkileri, anlaşılmaz hikayeler dizisidir. Böylece bu yüzyılın kırklı yıllarının ardından Türk ve Arab devletleri arasında hem hüzünlü, hem batılılarca, hem batıcılarca organize edilen, hısımlarla anlaşılmaz şekilde bir hasımlık hikayeleri dizisine dönüşen, çoğu zaman karşılıklı itimatsız bir birliktelik oluşturulmaya çalışılır…
Müzikteki aynılıklar bir yana, lakin aynı dinin, aynı coğrafyanın, aynı kültürlerin, kolay değil bin yıldan çok birlikte yaşayan güzel insanları, şimdilerde mesela birbirlerine karşı, kendilerini Amerika’ya ya da Avrupa’ya çok daha yakın görürler.
Benzerliklerini bilirler ve bu geri kalmışlığın nedeni gördükleri benzerliklerin suçunu karşılarındakine atarlar ki, bu da -şarklılığın bir gereği olarak- kendilerince son derece doğrudur.
Bu böyle sürmeli mi? Buna karşı bir duruş, düşünüş olmamalı mı? Yakın tarihsel süreçte durum nasıldır?
Özellikle yeni oluşturulan Arab memleketlerinin tarihi olarak birlikte -bağlı değil- oldukları Türkler, tanzimattan beri, olmaya kendilerini zorunlu hissettikleri “garblılığa” kendilerini sunarlar.
Bu sunuş, bir zaman için cümle şark kültürünün dışlanması şekline dönüşür ki en uç noktası Türk Sanat Müziği programlarının TRT radyolarında yasaklandığı ve sabah - akşam Klasik Batı Müziği’nin halka zorla benimsetilmesine uğraşıldığı otuzlu yıllardaki yaklaşık üç yıllık, pek başarısız, zavallı zamanlardır.
Bu zaman dilimine “…ne olmuş kısa bir süre yanlışlık yapılmış, yeni bir ulus cumhuriyet vs” itirazları yükselebilir. Lakin bu itirazlar cümleten haksizdir. Bunu söyleyenlere simdi dinledikleri türdeki müziğin kendilerine üç yıl yasaklandığını düşünmeleri önerilebilir. Bu bile, başlı başına bir garabet olarak insan ruhunu fazlasıyla rahatsız edicidir.
Dönemin şartlarında radyo, yeni yayılmaya başlayan bir araçtır ve evler ya da kahve gibi insanların topluca bulunduğu yerlerdeki yerini almaya baslar. Genç Türkiye Cumhuriyeti, özellikle yönetici kadrolarıyla yüzünü batıya dönen bir devlettir.
Ancak bu anlamsız müzik yayın yasağı, memlekette, ilk paragraflarda vurgulamaya çalışılan, birlikte en uzun sure savaşsız ve sorunsuz yaşanan kardeş
3 toplumun müziğine Türkiye’de yönelmeyi hemen birlikte getirir. Şarkı sözlerinin dili çoğu kişi tarafından anlaşılmayan ama ruhu çok iyi anlaşılan bu müzik, Mısırlı Muhammed Abdülvahab’ın deyimiyle “Büyük Arab Müziği”dir.
Türkler, neden bu müziğe yöneldiler? Şark, onların yeni yöneticileri için bir bahtsız geçmişin sayfalarının yazılı olduğu tarihi mekandı sadece. Bir an evvel kurtulunmak istenen “şarklı geçmişin” acıklı sayfasıydı ve Ortadoğu, geri kalmışlığın ta kendisi, ayrıca Türk geri kalmışlığının tam da müsebbibiydi! Yine gariptir ki bu zihniyetin aynisi Arablarda da Türklere karşı vardır;
“Türkler, Arab geri kalmışlığının gerçek sorumlusudur” düşüncesi birçok Arab siyasetçiden duyulabilir. Bunların hangisi doğrudur? İkisi de değil.
Konu başlığından uzaklaşmamak adına; bilindiği gibi çok uzun zamandır Arab müziği, makamat bakımından Türk müziğiyle hemen hemen aynıdır. Sözler anlaşılmasa da karşılıklı olarak müzikler çok rahat bilinebilmekte, dinlenebilmekte, ruhla anlaşılabilmektedir.
İşte bu yasaklı yıllar Türkiye’de halkın en çok Mısır Radyosu’na yöneldiği zamanların başında gelir. Yine bu dönemin trajikomik meselelerinden biri Ümmü Gülsüm başta olmak üzere Mısır’ın bol şarkılı filmlerinin ülkemizde gösterime girmesi, halkın -özellikle büyük kentlerde- heryerde yoğun ilgisiyle karşılanması (mesela İstanbul’da sinema önlerindeki kuyrukların fotoğrafları vardır) ve bunun tek fırka yönetiminde rahatsızlık yaratmasıdır.
Radyolarda klasik Türk müziğine yapılan “yasak” muamelesi, şiddetli bir şekilde Arab filmlerine yönelir. Bu dönemde Hatay, Fransız sömürgesidir ve Türkiye’ye henüz katılmamıştır. Ancak Mersin ve Adana, Türkiye’dedir.
İşte bu kentlerdeki
4 Arab vatandaşları bahane eden tek fırka, dahiliye vekilliğine bir istida (dilekçe) yazarak,
“…Arab kültürü etkisi altındaki şehirlerde ikamet eden ahalinin, Arab filmlerinden etkilenerek Türkce’ye alakasının azaldığını ve bu nedenle filmlerin Arabça yayınına yasak getirilmeli…” şeklinde özetlenebilecek bir yazı yazar.
Sonuç, bir komedidir. Mısır filmlerinin ülkemizde, kendi dilinden gösterimi yasaklanır. Bu yasaklama en saçmalar saçması biçimini, Mısırlı unutulmaz sesli sanatçıların şarkılarında kendini gösterir; aralarında Ümmü Gülsüm gibi sanatçıların bulunduğu bu kimseler, filmlerde şarkıyı okumaya başlar, ama Türkiye’de bu sanatçı sadece ağzını oynatabilen biridir. Güzeller güzeli sesi artık duyurulmamaktadır.
Böylece, o zamanda çok meşhur bir, -mesela- Muhammed Abdülvahab’ın film için yaptığı beste, mesela bir Münir Nureddin Selçuk bestesine dönüşmekte, Türk muganni tarafından seslendirilmekte ve Mısır filminde Türkçe şarkı, filmdeki konuyu tamamen komik ve anlamsız hale getirmektedir. Bunu tam anlamak için, mesela Zeki Müren’in güzeller güzeli sesiyle şarkılar okuduğu bir filminin Arabca olduğunu ve şarkıları da Arab bir sanatçının okuduğunu gözümüzü kapatıp bir an hayal etmek, galiba yeter. Okuyan kim olursa olsun Zeki Müren değildir, tıpkı Türk sanatçının bir Ümmü Gülsüm olmadığı gibi…
İşte anlaşılmaz komedyanın Türkiye tarafı, tek fırkanın yöneticileri, film dili yasaklamalarına kadar kendilerini yakın şarktan kopmuş addetmektedir. Lakin bu kopanlar kimdi? Tüm bunlara karşın, kimler peki ama kimler hiç şarklılıktan kopmamışlardı? Çok kısa ve can acıtıcı bir paragrafla buraya nokta -ya da uç nokta demek daha doğru- koyalım; Yapılanlar bir işe yaramadı. Türk Sanat Müziği, halkın Arab müziğine yönelmesinin yönetimi ürkütmesiyle, tekrar serbestçe radyolarda çalınır.
Ancak, Arab müziğinin, filmler ve radyolarla Türkiye’ye etkisi, Türkiye müzik zevkinde yeni bir şekillenme ve yeni bir yönelimi birlikte getirir. Bu, -yıllarca direnmeye karşın- Klasik Türk Müziği orkestralarındaki (rahmetli Yıldırım Gürses bu oluşmada başı çekenlerdendir) çalgı ve dolayısıyla çalgıcı sayılarının artışı, akordeon, piyano gibi müzik aletlerinin şarkılarda yer bulması gibi sonuçlar doğurur.
Arabeskin ortaya çıkışının bu olaylara bağlanması ne derece doğrudur? Bu konuda herkes farklı bir düşünceyi dillendirir. Ancak bilindiği gibi Arab müziği, Türklere hiç uzak değildir, sadece ayni ağacın farklı dallarıdır ve Arab müziğii bunu klasik eserleriyle Türkiye’de oluşan ilgiyle otuzlu yıllarda ispatladığı gibi, altmışlı yıllarda da Türkçe sözler yazılan birçok Arabça eserle arabeskte ispatlar.
Şimdi tüm bunların ötesinde bir de Türkiye’de yaşayan Arablar var. Bunların müzikleri ne durumdadır? Birlikte yaşam, içiçe geçmiş bu toplumların müziklerini de zenginleştirir.
Türkiye sınırları içinde kalan Arabların müziklerini coğrafi bir ayrımla iki ana başlıkla inceleyebiliriz; “şark” ve “cenub”. “şark” başlığı içine Siirt, Urfa, Mardin ve “cenub” başlığı içine Mersin, Adana ile Hatay vardır. Bu bölgelerdeki Türk ve Arab müzikleri incelenmeli ve aynılıklar, ayrılıklar bilimsel manada ortaya çıkarılmalıdır.
1) ŞarkBu başlıktaki yerlerde yaşayan Arablar müzik olarak Suriye ile birlikte Irak’a da yakındır. Bunun yanısıra kendilerine özgü, kadim zamanlardan beri klasik müzik makamlarını bilen ve dahası dikkatle bunlara sadık, büyük müzik ustaları yetiştirme başarısı gösterdikleri unutulmamalıdır.
Urfalı en ünlü kaynak kişiler arasında kabul edilen rahmetli Bekçi Bakir (Bakir Yurtsever 1908-1985) Arabça ve Kürdçeye, Türkçe kadar vakıftır. Bu konuda “Kalan Müzik” tarafından çıkartılan “Urfa’dan Üç Musiki Ustası” cd’sinde yer alan bir – iki eski kayıt örnekler dinlenilebilir; örneğin “Ya Rabbi bi’l Mustafa meqasidena” (kaside)
Öte yandan Mardinli müzik ustalarının da oldukça eski kayıtları eserler, mardinliler.com web sayfalarından dinlenilebilir. Burada, Mardinli Hafız Abdurrahman’ı rahmetle anmak lazım gelir, okuduğu klasik eserlerin bazılarını Suriyeli büyük üstad sabah fahri de aynen okur. Mardinli sanatçıların okuduğu Arabça eserlerin karşılığını Suriye’de bulmak zor değildir. “aynik ala jaretna”, “keyfe anni” vs. iyi bilinen örneklerdir…
Ayrıca “sıra gecesi” geleneğinin bu üç kentin oluşturduğu “şark müzik bölgesi”nde yaşayan bütün topluluklar tarafından özenle düzenlendiği de hatırlanmalıdır. Ancak sayılan şehirlerin çok eski yerleşimler olarak aslı kime ait, hiçbir zaman bilinemeyecek kadar
yaygın söylenen Süryanca, Türkçe, Arabça, Kürdçe aynı türkülere sahip olduğunu da belirtmek gerekir.
Müzik bilgimin hiç olmadığı bir yer olarak, meşhur Tillo Şeyhleri’nin şehri Siirt merkezinde, bir zamanlar çoğunluk olan Arab nüfus, Kürdlerin bu kente son elli yıldaki göçleriyle, azınlık olarak kültürel yönden yok olmanın kenarına gelmiş durumdadır (bir anımsatma olarak şair Hilmi Yavuz, bu az sayıda kalan Siirt Arab ailelerin seyid ve dolayısıyla en saygın olanlarından birine mensuptur).
2) Cenub Bölgesel değerlendirmenin bu alanına giren yerleşimlerin en batısında Mersin kent merkezi yer alır. Sırasıyla Tarsus, Adana, İskenderun ve Antakya vardır.
Sözkonusu yerleşimler, Türkiye’nin kişi başına düşen geliri oldukça yüksek kentleri arasındadır. Ancak bu zenginlik, müzikte ne derece yer bulur? Suriye ve Lübnan etkili kentler olarak yerleşimler, müzikte de buraların etkisindedir. Ancak bu etki mesela Suriye’nin kuzeyindeki Kamışlı kenti müzikleriyle hiç benzeşmemekte, Lazkiye, Haleb ve daha çok Beyrut’la benzerlikler göstermektedir.
Ancak Klasik Arab müziğii konusunda buraların durumu nedir? Günümüzdeki müzik anlayış ve zevki nasıldır? Eldeki kayıtlar, bu bölgenin eski müzik zevki hakkında yeterli bilgi vermemektedir. Ancak, özellikle Mersin ve Adanalı kentsoylu yaşlı arablar, halkın bir dönem, Ümmü Gülsüm, Esmahan, Ferid el Atraş gibi büyük Arab müziği üstadlarına gönülden bağlı olduklarını anlatmaktadır.
Bu üstadlar sahneden çekildikten sonra bu bölgede müzik zevki neye göre şekillenmiştir? Bölgede, çağdaş zamanların beğenilen en büyük sanatçısı kuşkusuz Feyruz’dur. Yine George Vassuf beğenilenler arasında sayılabilir. Ancak bunlar “Türkiye Arab Müziği - Cenub” diye isimlendirilen bölgeden değillerdir. Bilindiği gibi bu sanatçılar Lübnanlı Hıristiyan arablardır. Öte yandan 2004 yılında tüm bölgeyi sarsan rüzgarıyla Suriyeli Ali el Dik’i de anmak gerekir.
Ne yazık ki cenub, müzik zevki bakımından klasik anlayıştan oldukça uzaktır. Bugün Antakya’da ismi çokça anılan ve Arapça şarkı okuyan, Metin Gümüş, Ayhan Bağdat, Nevzat Polat, Mehmet Polat, Semir Ray ya da Mersin – Kazanlı’da “Arap Sülo” (Süleyman XX) gibi isimler klasikçi değillerdir. Bu isimlerin Arabca söylemek dışında bir özelliği –ne yazık ki- yoktur.
Bugün, “Türkiye Arab Müziği - Cenub Müzik İcracıları” olarak anılması gereken bu isimler –tıpkı Türk meslektaşlarının binbir tanesinde hüzünle görülebileceği gibi- org, elektro saz ve başta darbuka olmak üzere birkaç vurmalı çalgıya eşlik eden birkaç hanım, erkek ya da korolarında her ikisi karışık olarak bulunabilen seslerle şarkı söyleyen müzisyenlerdir.
Okunan parçalara eşlik eden sazlar içinde elektro saz vardır ama ud, kanun, keman yoktur. Bu yönüyle cenub, şark bölümünden tamamen ayrı özellik gösterir.
Şarkılar, genellikle günün modasını yakından izleyen Türkiye, Suriye ya da Lübnan şarkılarıdır. Bunlar, genelde Arabça okunmakla birlikte bazen yarısı Türkçe yarısı Arabça ya da tamamen Türkçe söylenmektedir. Genellikle şarkı arasında bir uzun hava okunmakta, yine genellikle son kısımlar orgdan yapılan vurmalı çalgı ses taklidiyle son bulmaktadır. Durum öylesine mekanize bir hal almıştır ki zılgıtlar bile orgun elektronik çalmasıyla yapılabilmektedir.
Yapılan çalışmaların geneli oyun havası niteliğinde, zengin müzik içeriğinden yoksun ve ruhu acımasız tüketim toplumuna hitab eden son derece geçici günlük çalışmalardır. Değil yıllar sonra arayıp bir yerlerde bulup dinlemek, aylar sonra bile ömrü bitmiş olacak seçkiler ve özensiz müziklerdir.
Özellikle Hatay anavatana en son katılan yer olmasına karşın müzik alanında klasik eserlerden uzaklığıyla son derece şaşırtıcıdır. Bunu kırsalda yaşayan halka yüklemek kolaycılıktır. Cenub’da kentsoylu olanların neden klasikten uzaklaştığının açılımı da belirsizdir. Arab vatandaşların klasik eserler için Türk Sanat Müziği’ne yöneldikleri de düşünülebilir.
Ancak konunun şaşırtıcılığı tam klasikten uzaklaşma olarak nitelendirilemez. Çünkü zaten bölge kırsalındaki sanatçılardan klasik icra beklemek ne derece doğrudur? Ancak, anlaşılmazlık otantiklikten de uzaklaşmanın verdiği anlaşılmazlıktır. Yani cenub’ta mesela altmış yıl evvel herhalde org hiç kullanılmıyordu. Pekiyi ne çalınıyordu, ne söyleniyordu? Konuşabildiğim yaşlılar, buralarda da ud çalanların – tüm Ortadoğu’da olduğu gibi- bulunduğunu ama zamanla bu insanların yerine yenilerinin geçemediğini anlatır.
Genel değerlendirme içinde Arab ve Türk müziklerindeki makam benzerlikleri, özellikle yirminci yüzyıl başındaki kayıtlardan izlenebilir. Ancak daha sonraki zamanlarda da klasik olmamakla birlikte birçok aynı şarkının iki toplum arasında gidip geldiği de bilinir.
Türkiye içinde Arapların da oturduğu bölgeleri müzikal anlamda sınıflandırırken “cenub” bölgelerinin örneğin Suriye ya da Lübnan ile daha yoğun ilişki içinde olmasına karşın klasikten uzaklaşmış oldukları söylenmelidir. “Şark” bu yönden daha köklü bir geçmişe sahip olarak, klasik çalgılarla daha şanslıdır ve geleneği daha iyi koruma çabasındadır.
Aşağıda, iki kültürde de çalınan şarkıların bir bölümünün listesi:
Türkçe okunan Arab şarkılarından bazıları şunlardır;
seviyorum delicesine / kenna netlaka fi al shieeh nesekarabocek – feirouz
şeytan tüyü / ya ana ya ana > zümrüt / feirouz
tatlı cadı / sahar al layali >semiha yankı - feirouz
yalvarma / habbeytek bissayf >neşe karaböcek - feyruz
aradı buldu beni / rejhet el shatweye >neşe karaböcek / feirouz
ben anlamam / i think you >ferdi özbeğen - elias rahbani
bir düşmeye gör / bahabbek ya lubnan >ferdi ozbeğen /feyruz
birazcık yüz ver / al oudal el mensiyyi >gönül turgut-feyruz
böyle gelmiş böyle geçer / al bint chalabiyya >gönül akkor - feyruz
dost bahçesi irjahee ya alf leila> neşe karaböcek-feyruz
rabbena / habbeyna habbeyna >ferdi özbeğen-ferid el atrash
kısmet / nehna ouel amar jirane >neşe karaböcek-rahbani brothers
kurumuş bir dal gibiyim / la enta habibi> ferdi özbeğen/feiruz
kurulsam gönül tahtına / ya tayr el werwar> ferdi özbeğen-feyruz
nerdesin nerde/ hela ya wasea >nilufer-ferdi özbeğen-feiruz
aşkım/ inta omri > yonca evcimik-ümmü gülsüm
bir garip yolcuyum hayat yolunda /aqbal al layl > yıldırım gürses- ümmügülsüm
ada sahillerinde / kadduka el mayes TSM > sabah fahri
ibrahim tatlıses: ne güzel gözlerin var (ya bahlam la'ayoune: Irak Şarkısı)
ibrahim tatlıses: lele canım (nasr-al-shamseddin: la la la )
ibrahim tatlıses: esmerin adi oya (asmar: samira tawfic)
ibrahim tatlıses: sen yoksun (ragheb alamah: asitil esemy)
ibrahim tatlıses :aşıksın (samira tawfic: ene asiq)
yıldırım gürses: mevsimler yas tutmuş (abdul halim hafez)
erkin koray: şaşkın (ya ayn molayeteyn : lübnan halk şarkısı)
emrah: yürüdüm yavaş yavaş (sabah: yelli ayounek)
-------------
1 İletişim için: omkalsoum@mynet.com
2 Konu belki müzikten uzaklaşır gibi, lakin bu o kadar önemli ve her yerde iki cümleyle geçiştirilen bir kavramdır. Üzerinde biraz hafızaları zorlayarak durmak, bilgileri anımsamak ve değerlendirmek açısından yararlı olabilir.
3 Çoklarınca bilinirse de hatırlatmak için bu mevzuuda kısa bir haşiye yazmayı fazla arzu ettim; Türklerle Arablar arasında 1517’den bu yana bilinen –dikkat buyurun- kesin iki taraflı bir savaş yoktur. O savaşta da Osmanlı kuvvetleri içinde Arabların, Arab kuvvetler içinde Türklerin olduğu hem muhakkaktır hem tarihi bir hakikattir. Mezhebi farklılıklar, milli farklılıkların önündedir.
Memlukler (köleler) zaten Türklerdi ve Mısır’ı yönetiyorlardı. Öte yandan çok sonraki zamanlarda Osmanlı içinde olan Lübnan ya da Yemen isyan örnekleri, birer üç örnek olarak mezheb ya da din kökenli isyanlardır. Bunlar, tüm Arabları kapsamaktan çok uzak olduğu gibi özellikle Lübnan ayaklanması bir maroune hıristiyan daha sonra da Dürzi ayaklanmasıdır. Lübnan ayaklanmasına katılan cemaatlerin nüfusları zaten hep çok düşük olduğundan ve Osmanlı bunu hiç de önemsemediğinden, mevzubahis isyan yayılmaz ve ayni dinden garblıların tabii desteğiyle küçük bir bölgenin –sözde- dahili özerkliğiyle sonlanır. Bu engin mevzuda inşaallah daha sonra yazarım yine…
4 Mersin ve Adana. Aslında Urfa, Mardin, Siirt de vardır, ama bu iki kent hem büyük ve hem de Hatay münasebetiyle önemli coğrafi konumdadır.
Yazıyı Tavsiye Et ♫
Yorumlar
Bu yazıya henüz yorum yapılmadı.
Yorumları okumak yada yorum yazmak için sisteme giriniz.