Yazılar
Müziksel yaratımın psikanaliziSayı: 16 - 23.12.2005
Nietzsche “Müziğin bağrındaki Tragedyanın Doğuşu” adlı görkemli incelemesinde, Antik Yunan tragedyasının yaratan kaynakları toplumsal – tarihsel coğrafyada değil, insan ruhunun derinliklerinde araştırırken, onun, diyalektik bir bütünlük içinde yapılandığını saptar. İki kutuplu bütünlüğün bir ucu “Dionysosça olan” ise, öbür ucu da “Apollonca olan” dır. Antik Yunan panteonunun iki tanrısının adıyla kavramlaştırılan (tragedya özelinde, fakat genelleştirilebilir) sanat kuramıyla Nietzsche, insan ruhundaki karşıt eğilimlerin, bir yaratım praksisinde, en yetkin bileşimine (sanatça olan ile bilimce olan’ın bileşimine) tragedyada ulaştığını gösterir. “Dionysosça olan”; içgüdüleri, usdışı eğilimleri, en derinlerimizden kaynayıp taşan arzuları içeren bir kavram olarak karşımıza çıkarken, insanın ilk (el) – ben’ini simgeler. “Apollonca olan” ise; ussal olanı, mantıksal omurgayı, formüle edebilirliği – form verilebilirliği bağrında toplayan bir ulam olarak kavramsallaştırılır. Nietzsche, insan ruhunun bu iki damarının “Şattülarap”ında, tragedyanın varlık kazandığını belirtir. Zaten, Basel Üniversitesi’nin Klasik Filoloji Kürsüsü’ne daha yirmi dördünde iken profesör olarak atandığında, ilk dersine şu sözlerle başlar: “Hayat yaşamaya değer, der sanat, o güzel ayartıcı; hayat anlamaya değer, der bilim.”
Nietzsche’nin tragedya bağlamında oluşturduğu kuram, sanat yapıtının oluşumu, kaynağı, yapısı üzerine sağlam bir temel oluşturabilir hiç kuşkusuz. C. G. Jung’un, “Bütün bilim ve sanatların kaynağı insan ruhudur” yolu, bugün bize bir totoloji gibi gelen saptamasını burada anlamak bile gereksiz belki; fakat Marburg Okulu filozoflarından Ernest Cassirer’in, Nietzsche’nin tragedya kuramına “Her sanat yapıtı, derin bir iç – birlikle bütünlemek zorundadır”, ifadesiyle karşı çıkışını, parçalanmış öğelerden bütüncül bir yapı kurulamayacağı” şeklinde eleştirisini göğüslememiz gerekiyor ilk önce. Cassirer, niçin “bütünlemek zorunda” olduğunu açıklamıyor; insan ruhunun (Aydınlanma’nın bütüncül “ration” fetişine olan inançtan belki de) türdeş bir yapı katmanlarından oluştuğunu; insanın yalnızca düşünen, fikir yürüten bir varlık olmakla kalmayıp, aynı zamandı içtepileriyle, bilinçdışı itimlerle, usdışı dinamiklerle de davranıp devindiğini, yapıp ettiğini, yıkıp geçtiğini tarihen bilfiil biliyoruz. Psikanalizin kurucusu Freud’la labirentlerine inilen insan ruhunun, gerçekçilik ile gerçek dışılık, düşlem ile düşünüm, mantık ile içtepiler arasında salınan bir sarkaç olduğunu biliyoruz. Bilimsel etkinlik “ration” çerçevesinde kesinlikleri yakalamaya çalışırken, sanat yapıtı, yaratım süreci içinde daha çok “ration” dışındaki kaynaklardan beslenir, fakat “ration” alanına dökülerek iletişimsel formunu kazanır son aşamada. Bu arada, yeri gelmişken, doğa bilimleri ile beşeri bilimler arasındaki temelde ayrımı belirtmek gerekiyor: Doğa bilimlerinin nesnesi “nesneler” iken, beşeri bilimlerin nesnesini “özne” oluşturmaktadır. Bu nedenden ötürü sanat daha çok beşeri bilimlerle paradigmatik benzerlik göstermektedir. Sanatsal yapıtların, bir beşeri bilim olan ruhbilimin yaklaşımlarıyla ele alınması (Freud’un, Dostoyevski ve de Vinci yorumları, Ernest Jones’un “Hamlet” çözümlemesi üzerine odaklaşmasıyla mümkün olabiliyorken, sanat yapıtlarının dilsel, göstergebilimsel, yapısal, kurgu ve biçeme ilişkin özellikleri de yazın ve sanat üzerine bilimsel yöntemlerle incelenmektedir.
Açıktır ki (Nietzsche’den pek uzaklaşmış sayılmayız bu satırlar boyunca), sanat yapıtını kuran-yapılandıran iki şahdamarı var. Ussal olan (rational) ile usdışı olan (irrational). Bu bağlamda, Nietzsche’nin tragedya kuramındaki kavramsal kategorileri (“Dionysosça olan” ile Apollonca olan”) ile Freud’un insan ruhu üzerine ortaya koyduğu kavramsal kategoriler (“bilinç” ile “bilinçdışı”), yapısal-ilkesel bir örtüşüm göstermektedirler. Nietzsche’de “Dionysosça olan” Freud’da “bilinçdışı”na denk düşerken “Apollonca olan”da “bilinç”e tekabül etmektedir. Ussal-bilişsel süreçleri bünyesinde barındırırken “bilinç alanı”, duygusal, içtepisel vb. usdışı süreçler de “bilinçdışı alan”a giderler. İnsandan aritmetik kesinlik isteyen doğa bilimlerini
rasyonellik kefesine, paradigmadik akrabalıklarından ötürü beşeri bilimlerin betimsel anlatıları ile sanatsal yaratımın imgesel anlatılarını
hermenetik kefesine koyabiliriz. (Gerçekten burada, Michel Foucault’nun “Beşeri bilimler, bilim değildir” saptamasını anımsatalım(. Sanat yapıtları ve beşeri bilimlerin anlatıları elbette bilim değildir, ancak bilimsel yöntemlerle irdelenip-çözümlenebilirler. İdeal örneği de Foucault’nun “Deliliğin Tarihi”nde, izlediği “arkeolojik” yöntemle yaptığıdır: Psikiyatr, “hasta”sını, onun gerçeğini kavrayarak değil, onun üzerinde “bilimsel” bir yetke/güç oluşturarak onu (özmeyi) “nesneleştirmek suretiyle konumlandırarak, normal-anormal ayrımını dayatarak, kendi “pseudo-bilim”ine meşruiyet kazandırır. Yani, bilme ile erk arasındaki “Wille zur Macht” kanalından bağlar, bilginin nesnimsel karakterini tahrip/tahrif eder; bilim adına, belli bir dolayımlama sonucu erk’in bilgisi, normalleştirme stratejisi izlenerek ve bilim dışı tekniklerle üretilmiş olur.
”Dionysosça olan” tüm alkışlar bilinçdışından kaynayıp taşıdığına göre, bilinçdışının mahiyetini ve nasıl yapılanmış olduğunu belirlememiz gerekiyor. Bunun için de, anahtar bir kavram olarak “iktidar”, bilinçdışının kapısını açabilmemi için neredeyse
apriori bir işlevsellikle yardımımıza koşan, bizi metafizik kapanlara yakalanma riskine karşı uyanık tutan önemli bir kavramsal aygıt. Makro –iktidardan mikro- iktidarlara doğru, piramidal bir yapı arz eden toplumsal-kültürel örgütlenim, ister eşsüremli ister artsüremli bakılsın, doğal-gövdesel arzuların baskılanmasıyla sağlanmış ve sonucunda da bilinçdışı, bir yığıntı deposu özelliğiyle, uygarlaşma sürecinin bir doğurgusu olmuştur. Foucault’nun “Cinselliğin tarihi baskılanmamın tarihidir”, saptamasını genelleştirerek, uygarlığımızın baskıla(n)maya çok şey borçlu olduğunu kolayca söyleyebiliriz. Baskılanma sonucu bilinçdışı biriken gövdesel-libidal-dirimsel arzu, çıkış bulabilmek için bilinçaltına “Dionysosça” bir karşı-baskıda bulunur. Ya dil yetisi yoluyla “söz” olup
söyleme dönüşürler; ya da müziksel yaratımda olduğu gibi, birden dizginlerinden boşalmış bir çığlık, inleme, feryat, ağlama (baskılanmaya lanet), coşup taşma, şiddetli bir dans etme isteği, çıngıraklı kahkahalar koyuverme –su koyuverme gereksinimi, yaşamı kutsayan, sevinç haykırışları vb. (baskılardan kurtulmaya övgü) içeriklerle “ses” olup
ezgileme dönüşürler: Bir kutupta “Tanatos”, öbür kutupta “Eros”.
Anti psikiyatri akımınca Ortodoks psikanalize dönüşerek ruhban –kurumsallaşmakla, statüko için uyumlu-uysal-sağlık(!)lı normal bireyler yetiştirmek gibi doğrudan politik bir konum / işlev kazanmakta, insanı “arzu eden” makine olarak niteleyerek, başyapıtları “Anti-Ödip” de arzunun dinamiklerini anlatmakta yetersiz gördükleri “psikanaliz” yerine “Şizoanaliz”i geliştiren Deleuze-Guattari tarafından da “Ödipus üçgeni”nin, bilinçdışını kısıtlayarak kapitalizmin arzuyu bastırma stratejisi olup çıkmakla suçlanan Freudiyen paradigma, bilinçdışının aynı zamanda toplumsal politik bir içeriği de olduğunu göz ardı ettiği için, düzene hizmet eden ve kapitalizmin ideal tüketici üreten ailesel bireyini oluşturmak gibi doğrudan sosyo-ekonomik, sosyo-politik bir işlev yüklenen bir tür “iktidar teknolojisi”dir artık. (Geçerken; Deleuze-Guattari’nin, kapitalizme boyun eğmek istemeyenlerin şizofreniden başka sığınakları olmadığını saptadıklarını anımsayalım). Şu halde, bilinçdışı, politik içeriğiyle de statükonun iktidar ilişkilerini tahrip edebilecek potansiyonel bir “Molotov kokteyli”dir ve müziksel yaratım, politik baskılanmanın karşı-baskısı olarak bilinçdışı hapishanesinden arzuları salıverme edimiyle, bizatihi politiktir.
Müziksel yaratımın potansiyel “sesçil” kaynağı, ilk kertede bilinçdışı, ikinci kertede bilinç-bilinçdışı çatışması. Bilinç, “söz”le dile gelebilenin alanı iken bilinçdışı “ses”le dile gelme (=boşalma) ihtiyacı duyuşun (dirimsel-gövdesel bir enerji akışı?) alanıdır. Bilinçdışı, baskılanmış arzunun hapsedildiği tinsel mekân olduğuna göre, müziksel yaratım, baskıya karşı haykırışın (=başkaldırının) “Dionysos” kimliğiyle dile/sese geliş yoludur; kültürel-bilimsel çevreler (“ration”) ise seslerin uzayda dağılıp gitmesini önler, onlara Apollonca bir sanatsal form kazandırır. Böylece, bilinçdışındaki beslenen müziksel yaratım süreci, başında Profesör Apollon’nun bulunduğu Müzikbilim Kürsüsü’nün akademik norm-form-formülleriyle iletişimsel varlık kazanıp ötekine (hemcinsimize) ulaşabilmenin toplumsal gerekliliğini de gerçekleştirmiş olur. Arzunun baskılanması sonucu, bizde bize karşı bir iç savaş başlatan illegal yeraltı (=bilinçaltı) gücünü ellerinde tutan gardiyanlardan kurtulup müzikbilimsel yaratım doğrudan devrimcidir; ya da baskılanmış arzunun bireysel-öznel mekândan (içten) toplumsal mekâna (dışa) dökülmesi sebebiyledir ki, bizatihi başkaldırıdır. (Nietzsche, olgunluk yıllarında, “Benim tanrım Dionysos’tur ama Apollonca konuşan Dionysos”tur diyecektir). Müziği üreten için de, tüketen (dinleyici) için de dolaysıyla, “toplumsal bir manifesto”dur. Söze gereksinim duymadan “hayır!” sözünü söyleyebilme yetisidir onu devrimci kılan Selçuklu-Osmanlı Bimarhanelerinde “ruh sayrılığı” olan insanların müzikle sağaltılmasının nedeni belki de, baskılanmış arzunun söze/kelama dönüştüğünde statüko için tehlikeli olabileceği ama soyut bir sanat olan müzik yoluyla boşalımın sağlanmasıyla uysal-uyumlu-dingin insanlar yaratılmasının daha iyi olabileceğinin anlaşılmış olmasıdır.
Nietzsche-Freud güzergâhında yapmaya çalıştığımız “müziksel yaratımın psikanalizi”ni Deleuze-Guattari’nin bugün artık bir aforizma (kapitalizmi “aforoz” etme olarak da anlaşılabilir) olmuş saptamalarıyla bitirelim:”Yalnız arzu devrimcidir!”
Yazıyı Tavsiye Et ♫
Yorumlar
Bu yazıya henüz yorum yapılmadı.
Yorumları okumak yada yorum yazmak için sisteme giriniz.