♪
Kültür bakanlığı sınavında. Ankara thm koro şefi kızını aldı. Urfa korusu şefi kayın biraderini aldı. İstanbul korosu şefi oğlu ve yeğenini aldı. ilginizi çekerse detay verebilirim
ttnet arena - 09.07.2024
♪
Cumhuriyetimizin kurucusu ulu önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarını saygı ve minnetle anarken, ülkemiz Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 100. yılını en coşkun ifadelerle kutluyoruz.
Mavi Nota - 28.10.2023
♪
Anadolu Güzel Sanatlar Liseleri Müzik Bölümlerinin Eğitim Programları Sorunları
Gülşah Sargın Kaptaş - 28.10.2023
♪
GEÇMİŞ OLSUN TÜRKİYE!
Mavi Nota - 07.02.2023
♪
30 yıl sonra karşılaşmak çok güzel Kurtuluş, teveccüh etmişsin çok teşekkür ederim. Nerelerdesin? Bilgi verirsen sevinirim, selamlar, sevgiler.
M.Semih Baylan - 08.01.2023
♪
Değerli Müfit hocama en içten sevgi saygılarımı iletin lütfen .Üniversite yıllarımda özel radyo yayıncılığı yaptım.1994 yılında derginin bu daldaki ödülüne layık görülmüştüm evde yıllar sonra plaketi buldum hadi bir internetten arayayım dediğimde ikinci büyük şoku yaşadım 1994 de verdiği ödülü değerli hocam arşivinde fotoğraf larımız ile yayınlamaya devam ediyor.ne büyük bir emek emeği geçen herkese en derin saygılarımı sunarım.Ne olur hocamın ellerinden benim için öpün.
Kurtuluş Çelebi - 07.01.2023
♪
18. yılımız kutlu olsun
Mavi Nota - 24.11.2022
♪
Biliyorum Cüneyt bey, yazımda da böyle bir şey demedim zaten.
editör - 20.11.2022
♪
sayın müfit bey bilgilerinizi kontrol edi 6440 sayılı cso kurulrş kanununda 4 b diye bir tanım yoktur
CÜNEYT BALKIZ - 15.11.2022
♪
Sayın Cüneyt Balkız, yazımda öncelikle bütün 4B’li sanatçıların kadroya alınmaları hususunu önemle belirtirken, bundan sonra orkestraları 6940 sayılı CSO kanunu kapsamında, DOB ve DT’de kendi kuruluş yasasına, diğer toplulukların da kendi yönetmeliklerine göre alımların gerçekleştirilmesi konusuna da önemle dikkat çektim!
editör - 13.11.2022
Tüm sanat dallarında dikkati çekecek düzeyde hızlı bir kirlenme gözlenmektedir. Sanat ruhun gıdası ise kirlenmiş sanat ürünleri ruhun gıdası olamaz.
Bugün sanatta kirlilik gerçek sanatçıları da rahatsız etmektedir.
Kirlenmenin temelinde kullan at, hızlı tüket ekonomisi vardır .Bu ekonominin adı neo liberal ekonomidir ve son otuz yıldır batı kapitalizmi buna göre programlanmıştır. Neo liberal ekonominin sanattaki ideolojisi postmodernizmdir.
Modern ötesi demek olan postmodern sözcüğüne açıklama getiren kimi sanatçılar, içi boş anlamında fosmodern benzetmesini yapmakta haklı gözükmektedirler.
“Fest fud” (Fast food) adıyla dilimize giren ayaküstü beslenmeye paralel, ayaküstü tüketilen sanat ürünlerine müşteri olmamız istenmektedir. Kalıcı, modern sanat eserlerinin yerini postmodern eserler almaktadır.
İki devrim önderinin sanatın ne olduğu üzerine görüşlerine bir bakalım. Mustafa Kemal, kendisiyle tanıştırılan Nâzım Hikmet’e “Gayeli şiir yazın” der.
Rus devriminden sonra yazarlar Lenin ile bir görüşme yapar ve ona derler ki; “Artık ezilen işçi sınıfının acılarını yazacağız.” Lenin onlara “Eğer edebiyat acıları yazmaksa, adliye arşivleri bu acıların yazıldığı dosyalarla doludur. Alın, kitap yapın. Edebiyat bu olmasa gerek” der.
Neyin sanat eseri olup olmadığı üzerine iki önemli ipucunu burada görmek mümkündür; gayeli ve edebi anlatımı olan eser.
Günümüzde sanatta kirlenme şu şekillerde ortaya çıkmaktadır:
Eseri yozlaştırma, çarpıtma.
Sokak kültürünü sanatın içine sokma.
İçini boşaltma.
Sanatçıyı teslim alma.
Sanat piyasasını ele geçirme.
TV kanallarını pop kültürle doldurma.
Klasik sanatlara talebi azaltma.
Ulusötesi tekellerin egemenliği.
Teknolojiyi insanın önüne geçirme.
Kullan at piyasa ekonomisini egemen kılma.
Etik değerlerin çiğnenmesi.
Kavramları tüketim ekonomisine hizmet edecek şekilde değiştirme.
Klasik sanatları sokağa indirme.
Edebiyatçılar, postmodern ürünlere "Omurgasız eser, başı sonu birbirine bağlantısız roman, sokak dilini edebiyat sanmak, sözcük oyunlarıyla anlamsız diyaloglar, estetik sezgiden ve estetik doyumdan uzak bireyci bunalım şiiri, kalemin gittiği yeri bilmeyen kurgusuz anlatımlar, sanatsal formların kırıldığı denge oluşturulmamış eser" gibi açıklama getiriyorlar.
Bu tür eserlerin, günlük tüketime yönelik olduğunu, kalıcı olmayacaklarını ve bu nedenle postmodern yazarların aynı zamanda popülist olduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Ressamlar, postmodernizmin resimdeki karşılığının, klasik bir eserin kalıplarını kırarak ondan yeni bir eser meydana getirmek olduğunu ifade ediyorlar ve soyut resimle karıştırılmaması gerektiğini ekliyorlar. Sanat adına estetik beğeniden uzak ürünler verilmesinden yakınıyorlar.
Son İstanbul bienalinin ne kadar estetikten uzak olduğu basında yer aldı. Klasik sanatçıların katılmadığı bu bienalde yeni kuşak öğrenciler ağırlıktaydı. O eserler için eser denilebilir mi, tartışıldı; geleceğe kalmayacak, o gün için yapılmış, bir başka sanat ortamında bir daha sergilenmeyecek olan ürünlerdi. Öte yandan İstanbul Beyoğlu resim galerileri kapanmış durumda.
Resimde postmodernizm, boş bir tablonun camına konan sineklerin bıraktığı pisliği çağdaş sanat olarak sunmaya kadar varabiliyor. Sadece kırmızı boş bir tablo çağdaş sanat eseri sayılabiliyor. Çağın gereği budur yutturmacası boş çerçeveleri sanat eseri diye sattırıyor.
Almanya’da Modern Sanatlar Müzesinde, ziyaretçilerin en beğendikleri eşyalarını duvara fırlatıp parçalaması isteniyor. Duvara fırlatma işini yapan bir makine sanat eseri olarak sunuluyor. (Cumhuriyet, 31.1.2004) Makineye “dost ateşi” adını vermişler. Bu deyim, Irak’ta Amerikan askerlerinin yanlışlıkla İngiliz askerlerini vurdukları durumlarda kullanılıyordu. Neoliberal ekonominin ideolojik bombardımanı sanat müzelerine kadar girmiş durumda.
Mimaride kirlenme tarihsel olarak diğer sanatlardan önceye rastlar. Postmodernizme ilk isyan edenler mimarlar olmuştur. Şehirlerin çevresini kuşatan gecekondular, daha sonra bu gecekonduların ortasında yükselen gökdelenler gibi. Sahilleri kaplayan beton bloklar, doğayla uyumsuz binalar. Örneğin Mersin sahillerindeki çok katlı yazlık siteler, denizden gelen nemli rüzgarı kestiği için arkada kalan limon ve narenciye bahçelerini perişan etmiştir. Büyük şehirlerde, ana caddelerde on katlı binaların hemen bir arka sokağında 4 kattan fazlası yasaktır.
Şehir planlamada mimarların rolleri sıfırlanmış, kapkaçcı müteahitlere teslim edilen şehirler estetikten uzak beton yığınlarına dönüşmüştür.
Karikatür sanatında son yıllarda görülen serseri tipler, sapıklar, cinsel imajlar, argo, bozuk Türkçe, çizgiden çok konuşma, alt kültürü öne çıkarma, düşündürmek yerine alay etme, bayağılaşma, laf cambazlığı, vb. popülist yaklaşımlar egemendir.
Operada, sanatın içini boşaltma çoğu zaman eseri bugüne uyarlama adına yapılabilmektedir. Önceki sezon Ankara’da sahnelenen, C.F.Gounod’nun Faust adlı operasından söz edeceğim. Oyuncuların giysileri Doktor Faust’un yaşadığı dönemin giysileri değildi. Sahnede bugün sokakta giyilen blucinler, penye gömlekler, pijamalar vardı. Dinlediğimiz aryalar, koro şarkıları aynen duruyordu. Mimikler, şarkı söyleme biçimleri de duruyordu. Ortada giysileri bugünün, giysi dışındaki her şeyi ikiyüzyıl öncesinin olan bir oyun vardı. İzlerken bizimle dalga mı geçiyorlar diye düşünüyor insan. Estetik bütünlük yok, uyum yok. Rejisör "Faust bugün yaşasaydı" düşüncesinden yola çıktı diye açıklanıyordu.
İzmir’de sahnelenen, Karmen operasında da aynı şey yaşandı. Yine "Karmen bugün yaşasaydı"dan yola çıkıldı. Bugüne uyarlanmış giysilerin yanında, Karmen’in 3 sevişme sahnesinde pornoya kaçıldı, üzerindeki giysiler tek tek çıkartılarak magazin basınının ilgisini çekecek bir sevişme sahnesi canlandırıldı. Opera ki estetik boyutun en yukarıda tutulduğu sanattır.
Klasik bir operayı bugüne uyarlamak, halk türküsüne piyano eşliği yazmak gibi değildir. Tüm sanatsal ögelerin klasik formda olmasını gerektirir. Bir türküyü opera tarzında söylemek, türküyü evrensel sanat ortamına taşır ki bu çağdaşlıktır, insana yakışan bir durumdur. Klasik bir eseri, alt kültürün malzemesi yapmaksa ona katkı değil, onu yozlaştırmak, bozmak, değerini düşürmektir, popülizm yapmaktır.
Pavorotti gibi opera sanatçılarının dev hoparlörlerle meydan konserleri vermesine rastladık. Operayı halka indirmek adı altında yapıldı. Pavorotti’nin öğrencisi olan Hakan Aysev de onun yolunda. “Operayı yüz binlere dinletmek için Pavorotti gibi stadyumlarda söylemek istiyorum” dedi. (16.2.2004 TRT2 Kent Yaşam) Pop opera, rok opera, caz opera ve şimdi yeni albümünde de Türk Müziği ile birlikte opera yaptığını söylüyor. Opera sanatıyla popçuların terimi olan albüm (kullanıp atılacak bir deste şarkı) bir araya geldi. Güzel sanatların bu en güzide olanı kaset piyasasına böyle hizmet ediyor.
Operalardan seçilmiş aryaları solo söylemek opera değildir. Opera bir eserin bütünüdür; libretto, drama, koro, orkestra, bale, dekor, kostüm, reji, koreografi gibi sahne sanatlarının tüm özellikleri bir arada bulunmayı gerektirir. Salonda dinlemeyi gerektirir, salondan yücelmişlik duygusu ile çıkmak ister. Opera sanatının dinleyiciye vereceği ruh güzelliğine, meydan konserinde sakız çiğneyerek, yanındakiyle şakalaşarak ulaşılamaz.
Pavorotti Müzik teknolojisinin dev tekellerine iyi para kazandırdı ve şimdi sesini kaybetmiş durumda opera sahnesini terk etmek zorunda kaldı. Yani onu kullanıp attılar. (Mikrofonda söylemekten işitme eşiği yükseldi ve sonunda giderek ses telleri yıprandı)
Operanın sırtından meydanlarda para toplayanlar, iki yüzlü bir şekilde operaya dinleyici çekeceklerini söylediler. Sonuçta, önce opera sanatının içi boşaltıldı, sonra opera salonları.
Reklâmlarda her türlü çarpıtma var. Türkçeyi bozuk kullanma, reklamı oyunun içerisine sokma, kadını aşağılama (Ülker biskrem), Gençlik Marşı gibi ulusal bayramların repertuarına girmiş milli ve tarihsel değeri olan bir şarkıyı kâr için kullanma, bayağılaştırarak ve Türkçesini bozarak söyleme (Cola Turca reklamında) çıktı karşımıza. Özgür kadın imajını cep telefonuna yükleyerek özgürlük kavramının içini boşaltmayı gördük.
Sanatın dünya tekellerinin hizmetine geçmesiyle birlikte etik değerlerin çiğnendiğini görüyoruz. Yakın zamana kadar radyoda, televizyonda, oyun içerisinde kullanılan bir ürünün adı reklam olmasın diye gösterilmez, benzer bir ürünü satan diğer üreticiye haksızlık olmasın diye adı gizlenirdi. Bu yerleşmiş bir kuraldı. Herkesin eşit olduğu bir üretim anlayışı etik değer olarak topluma yerleşmişti.
Bir televizyon dizisi içerisinde cep telefonu reklâmı yapmak etik değildir. Oyundaki çocuk oyuncuya cep telefonu reklâmı yaptırılıyor. Aynı reklâmda kullanılan rep müziğin içerisinde dilin kirlenmesini de görüyoruz.
Tiyatroda, gösteri sanatlarında ‘Tolk şov’ gibi sanatsal olmayan bir türe tanık olmaktayız. Meddah ya da tek kişilik oyunla hiç ilişkisi olmayan bu konuşma gösterisi, tiyatro sanatını yozlaştırmaya örnektir. Oyun demek mümkün değil; baştan sona bir konu veya metni olmayan, kopuk kopuk, belli bir konuya yoğunlaşma gerektirmeyen, izleyici ile alay eden, aşağılayan, derinliği olmayan sıradan magazinleştirme, herşeye gülüp geçilen bir şey.
TV’daki gösteri programlarında son gelinen örnekte, dil önemini yitiriyor ve konuşma özürlü bir erkek oyuncu komedi yaptığını sanıyor. Hem tiyatronun içi boşalmış hem dilin. Ki, dilde yaşanan kirlenmenin tüm sanatlara yansıdığı ortadadır. Benzer şekilde sadece “nane” sözcüğünü defalarca tekrarlayarak şarkı yaptığını zannedenlere ekranda yer verilebiliyor.
Televizyon’un kendisi kirlenmenin aracı olarak sahneye çıkıyor. Küreselleşmenin en büyük aracı olan televizyonun kanal sayısındaki artış ve zaplama, programlardaki kalitenin düşürülmesiyle birlikte ortaya çıktı. Zaplama, hızlı tüketimin ürünüdür. Hızlı tüketilen teknoloji beraberinde insanın doğal yapısını bozma tehlikesini yarattı. Böylece neo liberal ekonominin istediği insan modeli yaratıldı.
Zaplama teknolojisinin insan üzerindeki olumsuz etkilerini araştırmak üzere yapılan bir çalışmada ilginç sonuçlara ulaşıldı. (« Kişisel Zamanın Belirleyicisi Olarak Medyatik Zaman », Denis Carot, Agon Tiyatro Dergisi s.10 Paris 1997)
Fransa’da yapılan bu araştırmaya göre, birçok kanalı arka arkaya izlememizi, yâni zaplamamızı isteyen teknoloji, insanın dikkat yoğunlaştırmasını ortadan kaldırmaktadır. Zamanı bölerek kullanma, haberin reklâmı, reklâmcılığın nüfuzu, keserek anlatma, sansasyonelleştirme, sunucuyu starlaştırma, yapay bilgi aktarımı, analiz yokluğu ve benzeri durumlar araştırılmış ve bunların günlük yaşantımıza aşağıdaki şekillerde yansıdığı saptanmıştır: 1. Toplumda çatlama ve dağılma 2. Tecrit ve yalnızlaşma eğilimi.3. Dikkat yoğunluğu kaybı.
ABD’de günde 500 kanalı aynı anda izleme deneyleri yapılıyor. Bilgi akışında dev otobanlar tasarlanıyor. Bu teknoloji ile beyni boşaltılmış robotlar yetiştirme işi hızlandırılacaktır.
Televizyon haber kanalları insanları yanıltmaya ve korku psikolojisine sokmaya yöneldi. Bu yolla silah satışlarında artış ve en son teknolojinin ürünü silahları kullanmaya piyasa yaratıldı. Körfez savaşında olduğu gibi, savaşların canlı yayınlarına kadar bu silah reklamları yapıldı. Füze kalkanı projeleri yaşama geçirildi, medeniyetler çatışması teorileri geliştirildi ve ikiz kulelerin yıkılışında olduğu gibi, kıtalar arası füzelerin satışını artıran provokasyonlar canlı yayınlarla verildi. Irak savaşı sırasında, falan marka bomba düşünce yüzde kaç patlamadı oranları yayınlandı. Televizyon, en kötü amaçlarla insanın varlığını tehdit eden, insanın en temel hakkı olan yaşama hakkını elinden alan savaşın aracı olarak kullanıldı. Postmodern filmlerde insanlara sunulan senaryolar birer birer gerçek yaşamdan görüntülere dönüştürüldü.
Sinemada bilimdışı kurgular, aksiyon filmleri egemenliği dönemi yaşanıyor. Teknoloji insan için olmaktan uzaklaştı, insana karşı teknolojiye dönüştü. ABD’li yetkililer, silah sanayisine harcadıkları kadar film sanayisine harcadıklarını söylemektedirler. Bu filmler şiddet içermektedir. Hayali bir düşman yaratılıp onunla son model silahlarla savaşılmaktadır. İyi ile kötünün kavgası işlenirken iyinin elinde bir haç işareti hep görüntüye getirildi. Efendiler-köleler teması gündemde tutuluyor.
Kadından effendi bilim ötesi filmleri bizde taklit edilmeye geçildi; kadın ağa dizileri başladı. Brezilya dizilerinin yerini bunlar aldı; ev kadınlarına ninni filmleri. Pembe dizileri Yugoslavya’ya sokamayan Amerika, Güney Afrika’dan siyah dizi getirip soktu. Sinema insanları uyutmak üzere araç edildi. Sinema sanat burada da insana karşı.
Hep savaş ve düşmanlık kavramlarıyla büyüyen bir kuşak yaratıldı. Dostluk, kardeşlik, barış içinde birlikte yaşama kavramları unutturuldu. Batıl inançlar, bilimdışı kurgular, Hristiyan ve Yahudi köktendinci tarikatların efsaneleri medeni batının çağdaş sinema senaryoları olarak insanlara sunuldu, CIA planları film senaryolarının ana malzemesi oldu. Postmodern özellikler taşıyan bu senaryolar, Amerika’dan dünyaya pazarlandı ve dünya sinemasının %93 ünü kapladı.
İnsansız sinema dönemi başladı. Teknolojiyi insanın önüne geçirmeye bir başka örnektir; Yüzüklerin Efendisi gibi, bir bölümü bilgisayar ortamında üretildi, animasyon sinemaya girdi, hayali kahramanlar oyuncu olarak sunuldu. Oyunda kiminle empati kurulacağı belirsiz, bilimdışı kurgular. Dini hiç bir açıklaması olmayan, insanüstü bir takım varlıkların insanlara hükmettiği filimler. Dev sanayisi var. Aksiyon filimleri ile meşhur ettikleri birisini vali de yapabiliyorlar; Vurdu kırdı Arnold Schwardzeneger gibi.
Teknolojiyi insanın önüne geçirme: Sony firması, “Orio” adlı bir şef robot, Toyota firması da trompet çalan robot yaptı. Orio adlı robotun Tokyo Filarmoni orkestrasını yönettiği gazetelerde yer aldı. (14 mart 2004, Cumhuriyet, Z.Oral’ın yazısı.) Robotun gözlerinin içine kamera ve notalar yerleştirilmiş, bütün ritimler, tempolar oraya kaydedilmiş. Bu robot ne kadar insani duygularla yönetebilir ve müzisyenler onunla ne kadar iletişim kurabilir?
Küreselleşme döneminde, sanatla insan ilişkisini biraz daha özele indirelim. Fazıl Say’ın dört el için düzenlemiş olduğu piyano eserine gelelim. Elektronik kayıttan piyanonun biri çalıyor, ikinci piyanoyu ise kendisi çalıyor. Birincisini de kendisinin kaydetmiş olması, müziğin teknoloji ürünü olmasını engellemiyor. Dinlerken iki piyanisti de karşınızda görmek istiyorsunuz. Çalanı karşınızda görmediğiniz için empati kuramıyorsunuz. Yâni orada dışlanmışsınız. İki piyanistin birbiriyle iletişiminden yoksun bir yorum ortaya çıkıyor ve Fazıl şov izliyorsunuz. Fazıl monolog oynuyor, sanatçının biri sanal. O zaman, Fazıl tek başına oynamak istiyor diye düşünüyor, popülist bir yaklaşım hissediyor ve rahatsız oluyorsunuz.
Fazıl Say’ın İstanbul Yedikule’de Mercan Dede ile çalması giderek popülerleşme gösterdiğinin işaretidir. Mercan Dede’nin teknolojiyi çok iyi kullandığı bir gerçek. Ama teknoloji insanın önüne geçiyorsa burada bir yanlış var demektir. Kimin neyi çaldığı görülmediğinde, çıkan sesle insanın varlığı arasında bir kopukluk yaşanır. Dinleyici kendisinin dışlandığını hissetmeye başladığında kalkıp gitmek ister ki öyle de oldu.
Sanatçı, kendini insandan ve toplumdan koparmaya başladığında, yaptığı sanat tartışılmaya başlanır. Fazıl Say, politik görüşünü küresel sermayenin görüşüyle birleştirdiğini açıkça söylemeye başladığından beri, sanat çizgisi doruk noktasından aşağıya doğru bir düşüş göstermektedir. Bu durum, klasik müzik sanatında postmodernizmin ve popülizme kaymanın örneğini oluşturmaktadır.
Sanatçıyı teslim alma: Ödüllerle, konser imkanıyla, meşhurlaştırma. Fazıl Say’ın, Newyork’taki piyano yarışmasında, kendisini yedi dakika dinleyen jürinin diğer yarışmacıları kırk dakika dinlemesine şaşırmamasını başka neyle açıklayabiliriz? Kendi ifadesiyle daha Avrupa yarışmasındayken jüri, kendisi hakkında karar vermiş imiş. Kendisini birinci seçmek üzere hazırlanmış bir yarışmayı neden protesto etmedi? Paris Yahudi lobisinin kendisini parlatacağı vaadini neden önemsedi? Başka piyanistlerle eşit olmayan bir meydan güreşine neden çıktı?
Almanya’da piyano konseri vermeye giden Ankara Devlet Konservatuarı öğretim üyelerinden tanınmış bir piyanistimize yapılan ahlâksız teklif kirlenmenin bir başka boyutunu gösterir. Salonun doldurulması karşılığında gazetecilere vermesi istenen “PKK bir realitedir” demeci anlamlıdır. Piyanistimizin reddetmesi üzerine az bir dinleyiciye konser verilmiş ve basında başarısız bir konser olarak yer almıştır. Almanya’da Almanca öykü yazan Aysel Özakın gibi Türk yazarlara ödüller verilmesi de kirlenmenin bir başka boyutudur.
Sanatın içini boşaltma: Elektronik müzikte dünyanın önemli isimlerinden John Cage’in “4.33” adlı eseri postmodern müzik örneğidir. Bu eseri(!) iki kez konser programına almış bir festival konserini izledikten sonra üzerinde düşünme ve bu müziği irdeleme gereği duydum. Sanatın içinin nasıl boşaltıldığını gördüm. Eserde hiç müzik yok. Dört dakika otuzüç saniye salondaki sessizliği dinliyorsunuz. Salondaki öksürük, tıksırık, nefes alma, hışırtı, her şey o anın doğaçlama bestesi kabul ediliyor. Peki bu bir eserse nerede bestecinin emeği, nerede sanatçının yorumunu, neyi şekillendiriyor, nedir sanatçının müdahalesi? Hiç biri yok. Kayıt bile yapılamaz. Dinleyici sadece bekliyor, sanatçı da sahnede öylece bekliyor. Ortada yaratılan hiçbir şey yok.
Eseri çarpıtma: Klasik müzik eserinin fon müziği olarak kullanıldığı bazı yerlerde bilerek yapılmış bir yapaylığa veya çarpıtmaya rastlayabiliyoruz. Buna postmodern montaj da diyebiliriz. Örneğin 9.Senfoni bu tür çarpıtmaya en çok uğrayan eserdir. Barış ve kardeşlik amacının dışında kullanıldığı her yerde asıl anlamını unutturma ve değer kaybına uğratma söz konusudur.
Böyle bir çarpıtma örneği 9.Senfoninin ikiz kulelerin yıkılışına fon müziği yapılışıdır. Orada tam bir postmodern montaj yapılmıştır. Eser, Avrupa’da feodal krallıkların yıkılışını devrimci bir ruhla destekleyen Ludvig van Beethoven’in bestesidir. Shiller’in “Özgürlüğe Övgü” şiirinden esinlenilerek yazılmıştır. Türkçe’ye “Neşeye Şarkı” olarak çevrilmiştir. 1980 sonrası müzik ders kitaplarında (Selçuk Yıldırım ve Salih Akkaş yazarlı kitaplarda olduğu gibi) sözlerinde yapılan tahrifat bestesinde de yapılmış, eser katledilmiştir. Bu durum ülkemize has bir yozlaştırma örneği olabilir. Ancak, ABD TV kanalları tarafından, 11 Eylül iç darbesinde yıkılan ikiz kulelere fon müziği yapılması asla affedilmeyecek bir çarpıtma ve eserin içeriğini çarpıtma örneğidir.
Klasik eserleri poplaştırma: Geleneksel müziklerimizin pop müzik haline getirilip kaset piyasasının hizmetine sunulması, popülerleştirilip hızla tüketilmesi ülkemizde yaşanan bir başka kirlenme örneğidir.
Pop müzik adı üstünde, günlük kullan at anlamındadır. Pop demek, popcorn (patlamış mısır) gibi oyalan, karnın doymasın demektir. Postmodern ürünlerin özelliği de budur. Pop müzik alanında nasıl bir kirlenmenin yaşandığı bilinmektedir. Kirlenme, kalite düşüklüğü, sokak dilini şarkı sözü yapma, argo, küfür, etik değerlerin kayboluşu, cinsel sapmaların ön plana çıkartılışı, popülerleşme uğruna magazin basınında manşet olma kavgaları, reklâm için her yol mübah, vb. ortak özellikleridir. Bugün, arabesk, halk müziği ve geleneksel Türk müziği pop müziğin potasında birleşmiştir. .
Kullan at teknolojisine paralel bir müzik sanayisi bu alanda egemendir ve bu yolla evlerimiz kaset, CD çöplüğüne döndürülmektedir. (Beyaz eşyada on yıllık ömür sınırlandırması yapıldığı gibi.) Ayda bir değişen çok satan kasetler dönemi yaşanıyor.
“Yeni albümünüze bol şans” radyo ve TV programları yapılıyor. Radyo ve TV programları konularını ve konuklarını piyasadan alıyor.
Pop müzik 1980 askeri yönetimi döneminde müzik dersi öğretim programına ve ders kitaplarına girmiştir. Yani, çocukların pop müzik tüketicisi olmasını kitaplara soktuk. Kalıcı olmayan, kullan at müziği ile insan eğitimi olmaz. Bir sonraki nesille ortak şarkı dağarcığı pop müzikle oluşturulamaz.
TRT Çocuklar Koroları için Popüler Şarkı yarışması düzenlendi. 1993’de bir ödül de benim oldu. Ancak bu şarkılar eğitim müziğine yönelik sözlerle yapıldı, çünkü yarışmaya katılan besteciler pop müzik bestecisi değildi. Bu şarkıları poplaştırmak için cıstaklı, birbirinin kopyası stüdyo eşlikleri yaptırıld Garo Mafyan vb. Pop aranjörlerine. Bizde tutmadı, çünküradyo çocuk koroları söylüyordu şarkıları. Oysa pop şarkıyı koro söylemez, pop ağzıyla bir solist söyler. TRT’de kuklalarla yapılan çocuk programlarında öyle pop örnekleri var ve onları büyükler söylüyor. İngilizce öğretim kasetlerindeki şarkılar poptur.
Pop müzik ödülleri en iyi şarkı söyleyene değil, en fazla satan kasetlere verilmektedir. Belli müzik tekelleri istediği imajı yayan pop şarkıcılara bu ödülleri vermektedir. Bu yolla tekeller dünya gençliğine istedikleri yönde "Siz de böyle olun” kalıpları sunmaktadır. Eşcinsele, cinsel sapıklara, kadın düşmanlarına ödüller yağmaktadır. En büyük ödüller sanatsal ölçütlere göre değil, şirketlere en çok para kazandırana verilmektedir. 2004 Grammy ödül töreninde “Göğsünü açan kadın” mesajı ve yönlendirmesi yapılmış, gelecek yıl ödüllerin buna göre verileceğinin işareti verilmiştir.
Athena grubunu 2004 Erovizyona hazırlayan Avrupa ve Amerika müzik marketleridir. (Sertap Erener’in televizyon konuşmasından, ATV Şubat 2004). “Şunu satacağım, ona göre müzik yapın” diyor müzik marketleri. Yani beğenileri piyasa belirliyor, tıpkı moda rengi boya sanayisinin belirlemesi gibi.
Sinema ödüllerinde skandallar dönemi başladı. Sanki ödül verilmeden önce onların pornocu oldukları bilinmiyordu. Oysa asıl oyun, ödülden sonra filmin manşette kalması için geçmişi bilinen birilerini starlaştırma oyunudur. Açıkça kirli ilişkilere prim verilmekte, kızlarımız kirli yollara özendirilmektedir.
Senfonik Pop türleri doğdu. Pop müziğin klasik sanatlarla ilişkiye geçtiğine, onları deforme ettiğine rastlıyoruz. Mozart Mısır’da kaseti gibi, stüdyo ortamında deforme edilmiş klasik eserler üretildi. Pop opera, senfonik rok gibi melez türler doğdu. Evin İlyasoğlu gibi usta sanat kalemler “Artık senfoniler ölüyor mu, dinleyici bulmak için melezleşmek zorunda mı, nerde senfonik müzik bestecilerimizin o güzelim eserleri?” diye yazıyor.
Pop müzikteki virütik bulaşıcı hastalıklar tüm diğer türleri tehdit etmekte, etkisi altına almakta, tüketmektedir. Pop kültürün egemenliğine doğru hızlı bir gidiş vardır.
Sanat piyasasını ele geçirerek bestecilerin önünü kapatma. Ulus ötesi müzik lobileri “Sizde yok benden al” anlayışıyla klasik müzik alanında hakimiyet kurmuştur. Türk bestecilerinin önü kesilmek istenmektedir. Her sezon en düşük %20 oranında Türk eseri çalmak zorunluluğu olan orkestralarımızda son yıllarda çalınan Türk eseri sayısı giderek düşmektedir. Bir senfoni orkestrasında, bir sezonda çalınan toplam eser sayısı ortalama 75-80’dir ve içerisinde 20 civarında Türk bestesi olmak durumunda iken durum şöyledir:
Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası:
1999-2000’de 14
2002-2003’de 7
2003-2004’de 4
Türk eseri. Amerikan Haftası’nda 5 Yahudi Amerikalı besteciye yer verildi ve gerekçe olarak “Onlar bizden telif ücreti almıyor” denildi.
İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası:
2001-2001’de 2
2002-2003’de 1
2003-2004’de 4
İzmir Devlet Senfoni Orkestrası: 2003-2004’de 6 Türk eseri. (3 tanesi Hikmet Şimşek’i anma haftasında.)
Çukurova Devlet Senfoni Orkestrası: 2003-2004’de 4 Türk eseri.
Klasik müzikte liberal faşizm oluşmuştur. Yahudi medya tekellerinin egemenliği belirgindir. Fransız Klasik müzik kanalında takkeli Yahudi şefin pervasızlığı gibi. Lobi halinde çalışma dikkati çekmektedir. Yahudi şef ve solistler hemen bütün senfoni orkestralarında alanı kapatmış gibidirler. Londra’da Cats müzikali bitti. Berlin’de 7 senfonik orkestra kapandı. ABD’de senfoni orkestraları çoktan kapısına kilit astı.
Kötü müziklerin TV kanallarını doldurması: Bu yolla klasik müziğe talep azaltıldı. Oysa klasik sanatlar salon kültürünü beraberinde getirir, pijama terlikle sanat bir arada olamaz. Sanatçının emeğine saygı o salona kadar zahmet edip gitmeyi gerektirir. Sanatçı ile izleyicinin salonda buluşması önlenince o sanat yaşayamaz.
Okullarda sanat derslerini yok etme: ABD ve İngiltere’de resim, müzik ve drama dersleri, paralı ve seçmeli ders haline geldi. Son 30 yılda, ABD’de hiç sanat eğitimi almadan mezun olma oranı %90’dır. Çok az bir varsıl grup bu eğitimi alabilmektedir. Eğitimsiz ve parasız gençler uyuşturucu ve pop kültür bombardımanı altında savunmasız bırakılmıştır. Sonuç olarak klasik sanatların eğitimi yapılan derslere talep olmayınca bunların öğretmeni olmaya da talep azaldı, sanat öğretmeni yetiştiren yüksek okullar kapanma aşamasındadır.
Sanatsız, duyarsız, estetik beğenisiz, seçici olamayan, iyiyi güzeli ayırdedemeyen, sürüleştirilmiş bir gençlik yaratıldı.
Konser salonlarının kirlenmesi: Sakızın konser ve tiyatro salonlarına girmesi. Sakız kullan at ekonomisinin ve pop kültürün simgesidir. Çin’e ilk giden ABD başkanı parkta çocuklara sakız dağıtmıştı, oradan başlıyorlar. Ve sakızın içinde bir oyuncak rüşvet vardır, bununla daha çok tüketirsen daha çok kazanırsın fikri aşılanmaktadır. Liberal ekonominin en büyük yalanıdır bu.Opera sanatçıları işsiz dururken pop şarkıcılarını klasik eserlerde sahneye çıkarma; Sertap Erener’in Nâzım Oratoryosunda rol alması gibi. Sertap Erener’in erovizyon şarkı yarışmasında söylediği şarkı bir başka kirlenme örneği oldu. “Ne istersen yaparım, yeter ki gel de” Onursuz şarkı. AB’ye girmek sevdalılarına uyan bir şarkı idi. Döneme uygun bestelenmişti ve klibi de öyleydi.
Toplumcu şiir ve şarkıların içi boşaltıldı. Nâzım, 100. yılında yapılan gösterilerde aşklarıyla ve “Akrep gibisin” şiiriyle öne çıkartıldı. “O duvar “ şiiri unutturuldu.
Toplumcu şiirlerin pop müziğe malzeme olarak kullanılmasında Yeni Türkü grubunun 1980’li yıllarda söylediği “Samsun Asfaltında Otomobiller” şarkısı bir dönüm noktası gibidir. “Bela Çav”, “Yiğidim aslanım burda yatıyor” gibi nice toplumsal dayanışma şarkıları barlarda tüketildi.
Bu yazıya henüz yorum yapılmadı.
Yorumları okumak yada yorum yazmak için sisteme giriniz.