ISSN: 1301 - 3971
Yıl: 18      Sayı: 1959
Şu an 17 müzisyen gazete okuyor
Müzik ON OFF

Günün Mesajları


♪ Kültür bakanlığı sınavında. Ankara thm koro şefi kızını aldı. Urfa korusu şefi kayın biraderini aldı. İstanbul korosu şefi oğlu ve yeğenini aldı. ilginizi çekerse detay verebilirim
ttnet arena - 09.07.2024


♪ Cumhuriyetimizin kurucusu ulu önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarını saygı ve minnetle anarken, ülkemiz Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 100. yılını en coşkun ifadelerle kutluyoruz.
Mavi Nota - 28.10.2023


♪ Anadolu Güzel Sanatlar Liseleri Müzik Bölümlerinin Eğitim Programları Sorunları
Gülşah Sargın Kaptaş - 28.10.2023


♪ GEÇMİŞ OLSUN TÜRKİYE!
Mavi Nota - 07.02.2023


♪ 30 yıl sonra karşılaşmak çok güzel Kurtuluş, teveccüh etmişsin çok teşekkür ederim. Nerelerdesin? Bilgi verirsen sevinirim, selamlar, sevgiler.
M.Semih Baylan - 08.01.2023


♪ Değerli Müfit hocama en içten sevgi saygılarımı iletin lütfen .Üniversite yıllarımda özel radyo yayıncılığı yaptım.1994 yılında derginin bu daldaki ödülüne layık görülmüştüm evde yıllar sonra plaketi buldum hadi bir internetten arayayım dediğimde ikinci büyük şoku yaşadım 1994 de verdiği ödülü değerli hocam arşivinde fotoğraf larımız ile yayınlamaya devam ediyor.ne büyük bir emek emeği geçen herkese en derin saygılarımı sunarım.Ne olur hocamın ellerinden benim için öpün.
Kurtuluş Çelebi - 07.01.2023


♪ 18. yılımız kutlu olsun
Mavi Nota - 24.11.2022


♪ Biliyorum Cüneyt bey, yazımda da böyle bir şey demedim zaten.
editör - 20.11.2022


♪ sayın müfit bey bilgilerinizi kontrol edi 6440 sayılı cso kurulrş kanununda 4 b diye bir tanım yoktur
CÜNEYT BALKIZ - 15.11.2022


♪ Sayın Cüneyt Balkız, yazımda öncelikle bütün 4B’li sanatçıların kadroya alınmaları hususunu önemle belirtirken, bundan sonra orkestraları 6940 sayılı CSO kanunu kapsamında, DOB ve DT’de kendi kuruluş yasasına, diğer toplulukların da kendi yönetmeliklerine göre alımların gerçekleştirilmesi konusuna da önemle dikkat çektim!
editör - 13.11.2022


Tüm Mesajlar

Anket


DOB, DT ve GSGM'de 4B kadrosunda çalışanların 4A kadrosuna alınmaları için;

Sonuçları Gör

Geçmişteki Anketler

Tavsiye Et




Tavsiye etmek için sisteme girmeniz gerekmektedir.

Destekleyenlerimiz






 

Yazılar


Ganita SohbetleriSayı: - 30.01.2007


Müziğin Sanattaki Yeri:


Sevgili Arkadaşlar;

Bu başlık altında görüşlerimizi paylaşmaktan tekrar mutluluk duyduğumu belirmek istiyorum. Öncelikle sözkonusu başlıktan da anlaşılabileceği gibi, tüm sanatlar arasında görünmeyen soyut olan ve aynı zamanda bunu somut olarak kanıtlayabilen sadece tek bir duyu aracılığı ile tanrısallığa ulaşabilen tek sanat olduğu için müziği sorgulamayı seçtim. Sizce müzik tüm sanat dalları arasında hakettiği yerde yada hakettiği değeri görebiliyor mu? Öncelikle ülkemiz müzik yaşamından başlayarak genişlersek batılılaşma süreci geçiren tüm diğer ülkeler gibi bir yol mu izliyoruz yoksa özünü yitiren ancak buna parasal karşılık bulan bir geri-gelişmeye mi başladık? Gidişat ne olursa olsun özümüz neydi hatırlarsak bu gidişatın yönünü iyiye doğru değiştirme fırsatımız olabilir yada doğruya (iyi yada doğru ne kadar tartışmaya açık olsa da) . Mantığımız ile geçmişimizin dünyayı kovalayabilmek adına yitmesi midir aslında dejenerasyonun nedeni?


Bütün bunlar ışığında denilebilir ki, aslında müziğin yeri unutuldu ve aslında sanat olmaktan çıkmak üzere.. Eğer ağır bir dille eleştirdiğimi düşünüyorsanız bir gözatalım geçmişe ve bugüne.



Tarih bize A.Adnan Saygun, U.Cemal Erkin gibi büyük müzisyenler, müzik insanları ve besteciler vermişti. Tüm ülkede bir Halk müziği ,  Klasik müzik ve Türk Sanat Musikisi takipçi kitlesi vardı. Tüm konser salonları doluydu ve bu anlatılan değil, gerek kayıtlardan izlediğim gerekse kendi gözlerimle gördüğüm bir durumdu. Daha da eskiye gidersek demin verdiğim Halk Müziği örneğine de ışık tutmuş olabilirim. B.Bartok Donizetti gibi büyük besteciler Türkiyenin yöresel müziklerini şehir şehir, köy köy gezerek toplamışlar ve ardından bestelemişlerdir. Gerek üretkenlik, gerekse üretilendeki kalite oldukça üst düzeyde idi. Yetişen müzisyenlerin kalitesi bilgi düzeyi ve kültürleri üst düzey, örnek teşgil edecek seviyede idi. M.K. Atatürk çok yakınen takip ettiği müzik dünyasına belki de ülkenin bugünkü sanat yaşamının kalesi konumundaki Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestra'sını kurduğunda da kendisinin sanatsal görüşü itibari ile amacı gelecekteki Türk sanat yaşamında bir lider bir öncü olmasıydı. Aynı zamanda İ.İnönü de bir viyolonselci vasfı ile müzikteki varlığını ve görüşünü, müziğin insan yaşamı, düşünce tarzı ve insana katkısı ile nerede olduğunu gösterirdi. Gelişim sırasında aynı orkestra'ya bağlı bir sürü senfonik orkestra açıldı ve açılan orkestralar ile izleyici kitlesinin büyümesi ve daha rahat ulaşabilmesi amaçlandı. Büyük şehirlerde de artık orkestralar vardı. Belki Avrupa'nın müzik alanındaki gelişimi kadar uzun sürede olmadı bu gelişmeler ancak orada şehirlerde beş, altı orkestra varken burada sadece büyük şehirlerde birer orkestra vardı ancak kalite itibari ile avrupanın pekçok orkestrasından çok daha iyi seviyedeydi. Ki dünyaca meşhur birçok solistin turnelerinde ilk sıradaki tercihleri Türkiye oluyordu. Konser salonlarında bilet almak bulmak çok zordu ve traji-komik şekilde insanlar konserlere gidebilmek için sıra bekliyorlardı.




Evet,yakın tarihte Türkiye’deki müzik yaşamından kısaca bahsettikten sonra, şimdi günümüz dünyasına eleştirel bir yaklaşımla bakmak isterim. Böyle bedeller ödendikten sonra,  bu denli büyük bir mücadele ile getirilen noktadan günümüze bakıldığında bu değerlerin yittiğini görmek çok iç sızlatıcı oluyor. Konser salonları bomboş, yarısı bile dolmuyor, gelen izleyici salonda sadece cep telefonunu kapatmasa iyi.. konuşuyor hatta arkada atıştıranlar bile oluyor. Yine üzücü bir başka gerçek ise kalitenin git gide düşüp parasal kaygıların ön plana çıktığı sanatsal bugünümüzde, sadece büyük şehirlerde değil , büyük şehirlere en uzak yerde bile bir konservatuvar, bir orkestra varken büyük şehirlerimizde oldukça çok sayıda orkestra ve müzik kurumu var. Ancak daha önce de belirttiğim gibi konser salonları dolmuyor. Çoğu konserin bedava olması gibi bir etken de gözönüne alındığında, burada aslında bir anlamda boşa yoruluyor boşa yazıyor olduğumu düşünüyorum. Umarım bunu okuyacak bir kitle çıkar ve bir şekilde aslında okuyacakların da bildikleri ancak belki gözardı ettikleri belli noktaları onlara hatırlatma görevini üstlenebilirim diye düşünerek yazıma devam ediyorum.


Dediğim gibi, sanat kurumları çok zor koşullar altında açılıyor günümüz Türkiyesinin geldiği noktada. Herşey halkın kültürel gelişimine katkıda bulunmak için ve yine ülkemiz için. Peki eskiden konserlerde yer bulamayan insanların torunları neden bugün konserlere gitmiyorlar? neden artık televizyonda günübirlik şöhret olan insanları izlemeyi tercih eder oldular? Onları ne küstürdü müziğe karşı? Bu ilgisizliğin kaynağı nedir? Acaba müzik insanların gözünde bir sanat dalı olmaktan çıkıyor mu yavaş yavaş?



İşte sevgili arkadaşlarım, bu konuyu bu yüzden açtım. Aslında en kutsal sanat dallarından biri olan müziğin , anlayıştaki bu dejenerasyon sonucu insanların gözünde sanat içinde yer alıp almadığını artık düşünür oldum ve size de sorarak bu kafamdaki soru işaretini aydınlatmayı amaçladım. Görüşlerinizin benim ve Türkiyenin sanat misyonunu edinmiş tüm insanlar için çok büyük önemi olduğunu hatırlatarak bu dejenerasyonun bir son bulması dileğimle konudaki sözü siz sevgili sanat dostlarına bırakıyorum..


Saygılarımla





Sn. Moonspell



Her şeyden önce, sinema müziği konusunda açmış olduğum bir başlık altında ortaya serdiğim tavrın şahsınızı hedef almadığını ifade etmeliyim. Yine de, iyimser bir katılım ardından hiç de haketmediğiniz bir tutum ile karşılaştığınız kanısında iseniz özür dilemeyi de bilirim. Aynı şekilde bu yazı da şu veya bu şahsı hedef almamaktadır.


Amacım, kaygılarınızın altında çok ciddi dinamiklerin bulunduğunu anlatabilmek. Felsefe de bu zaten...


"Müzik" konusuna felsefi gözle bakma gayretini hiçbir zaman terketmemiş biri olarak, soru ve kaygılarınıza geçen otuz yılda (yani çocukluğumdan itibaren) oluşmuş şahsi kanaatimle cevap verme gayreti göstereceğim.

Fakat önce şuradan başlamalıyım:

Felsefi düşünce´nin realiteyi ele alış tarzları konusunda ortada esaslı bir hata ve belki de bir anlayış eksikliği bulunuyor. Bu, müziğin ideal / gerçek çatışmalarını anlayabilme mesaiinde de aynen geçerli olan birşey:

İnsanlar gerçeğin kolay anlaşılabileceğini sanıyor. Fakat hiç öyle değil. İşin aslı, filozofun bir dedektiften farksız oluşudur. Çünkü "gerçek" asla açık vermez veya açık vermemek için seferber edebileceği kozmik imkanlarla donanımlıdır. Yani, filozof, aslında heran, milyonlarca taraftarı, holding ağası başkanları, bakan düzeyinde siyasi / idari desteği olan bir futbol kulübünün rüşvet verip şike yaptırdığını iddia eden sıradan / güçsüz birinden farksız durumdadır. Yani, o adam sadece ömrünün TV´deki bir-iki saatinde bu haldeyken, filozof, ömrünün her anında böyledir.

Filozofun gerçeği ortaya sermede patavatsızlığa varan cesareti, koca koca gerçeklerin traji komik küçük düğümler / kanallar üzerinden realize olmuş olmalarından destek alır. Yani, normalde realiteyi iyi tanımayan (felsefi bakmayı başaramamış) biri, realitenin biçim olarak sergilediği devasa gerçekliğin altının aklın almayacağı düzeyde boş olduğunu elbette göremez. Yani, sıradan insanlar, ya hayatın arzu ettiği bir saflık halinde imal edilirler, ya da "uyum" amacıyla bu rolü oynarlar.

Bu temel tesbitler müzik konusuna uyarlanırsa müzik hakkındaki düşüncenin de felsefi bir anlamı ancak o zaman mümkün olabilir.

Ben müzik konusunda tersinden başlamak istedim: Dünyadan...

Bence müzik, müziğe ve onun kaynaklarına sahip çıkma medeniyetini göstermiş diyarlarda "zirvelerini" çok açık bir şekilde inşa etmiştir. Öyle ki, müziğin ulaşmış olduğu noktaları, insanın, üzerinde aktif halde yoğunlaştığı mesai alanlarının hiçbiriyle kıyaslanamayacak / çok daha üst bir konumda görüyorum. Yani, insan kültürü içinde çıtanın böylesine yükselmeyi başardığı başka bir alan daha olduğunu düşünemiyorum.

Özellikle müzikte 0 (sıfırdan) başlama bahtsızlığındaki herkesin bunu çok iyi anlaması gerekiyor...

Bugün her ne kadar "sinema müziği" olarak bilinen ve akademik planda "taraftar olanlar" ve "karşıtlar" şeklinde bölünme meydana getirdiğini zorlanmadan tahmin edebildiğim bir alana şahsen daha fazla ilgi duysam da bu konuda arayış halinde olanların müziğin Tin / teknik sentezi ve uyarlamaları bakımından Avrupa´da muhtemelen ihtilalin hemen öncesinden 1945´e kadar olan bir dönemde yetişmiş yüksek müzik insanlarının yanına bile yaklaşamayacağının elbette farkındayım. Çünkü sinema müziğini daha esaslı dinlemeye klasik müzik dinleme yıllarımdan sonra başladım.

Müziğin batıda ulaştığı zirve açısından burada tipik bir örnekleme yapmak istedim: Peter Ilyiç Tvhaikovsky - 6 No´lu Pathetic Senfoni.

Bu eser, benim 80´lerin sonundaki 20 yaş dönemimde takıntılı şekilde dinlediğim eserlerden biriydi. Çünkü bana o dört bölümü ile "insan"ın hayat macerası ve bu macera içinde tabi oldukları karşısında ortaya koyduğu ve aslında son derece de klasik olan insanlığını anlatıyordu (garip bir şekilde ağır felsefe kitaplarını okuduğum zamanlarım da yine o yıllardır).

Bölümleri (acizane) filozof gözüyle bir de benden dinleyin:

1 - İlk bölüm aslında iki alt bölümden oluşuyordu:

a- Doğum ve ilk belirginleşme. Doğum zor bir belirginleşmedir. Bu geçici çile geleceğin habercisidir (1. adagio).

b- Eserin asıl başlangıcı olarak gördüğüm tipik bir Tchaikovsky patlamasında insan ilk olarak tepkisini verir (Allegro non troppo). Çevreleyici gerçek karşısında insanın yumruğunu indirebilme arzusunun ilk dile gelişi.

2- İkinci bölümde, sanki, insanın aleyhine kör bir barış yapılmıştır. Büyük müzik adamı bu bölümde aslında kimilerinin "mutluluk" dediği şeyin hayat sahnesindeki yapaylık ve hatta sahteliğini anlatmıştır. Burada saçma bir rahatlık vardır. Yani, kimi şeytanlar mutluluğu sahiplenirken, kimi şapşallar da onlarla birlikte mutluluk dansı yapmaktadır (ki, bu şapşallık bana aynı zamanda Dostoyevsk´nin romanında dişil / toplumcu gerçeklik karşında "budala" yerine konan "insan"ı çağrıştırır).

3- Üçüncü bölümde eser bence batı müziğinde "marş" olarak bilinen ifadenin en olgun halini almıştır. Aslında bölüm doğrudan marş şeklinde de başlamaz (Allegro molto vivace). Fakat besteci, neyin nereden / nasıl başladığını ve olup bitenin hangi aşamasında neyin nereye varacağını çok iyi bildiğinden bölümü hayatın gevezeliklerinden alıp asıl tema olan "savaş" a ustaca taşımıştır.

Bölümde katlanılan ilk dakikalarda ensemble´lar arasındaki gezinmeler ardından cepheler olgunlaşır ve eser "insan´ın sesi"ne ulaşır.

Öylesine mükemmeldir ki, sinema müzikleri için özel olarak kurgulanmış fanfarlar bununla kıyaslanamaz.

Hatta aksine, bölüm yaylı ağırlıklıdır. Fanfar desteği, daha ziyade solo enstrumanların desteği şeklinde gelmiştir. Yani, marş zirvesinde dahi ağır bakır nefesli gruplarıyla şişirilmemiştir. "İnsan´ın sesi" de bu değil midir zaten? ( Ya ben sinema studio orkestralarındaki "jazz big band´leri"nden gelme izlenimi veren brass yüküne fazla alıştım, ya da Tchaikovsky bu eserin tamamında sanki trompeti solo olarak özellikle öne çıkarmış).

4- Dördüncü bölüm, terkedilmiş bataklıkta kaçınılmaz yenilginin anlatımıdır (Adagio lamentoso).

Sözkonusu olan gerçek "ölüm" değil, "yenilgi"dir.

Hatta "insan, " bileklerine zincir vurulmuş haliyle dahi son bir seslenişini gerçekleştirmekten geri kalmaz.

Eser tırmanır ve "ses"i ortaya koyar.

Bu, "kabullenmiyorum"un sesidir.

İçine attığın bu belaya rağmen kabullenmiyorum.

Her doğuşumda / her yükselişimde bir kez daha çıkacağım.

Yeniden dirileceğim. Ve her dirilişimde ben "yılmaz savaşçı" olarak burada olacağım...

Marşta dahi kullanılmamış ağırlıkta bir fanfar ardından gong, ölüm haberini bekleyenlere bu haberi verir.

Acı´yı yaylılar devralır ve en inceden en kalına kadar esinti, matemi anlatır.

İnsan, kimbilir, hangi diyarın hangi devrinde yeniden doğup aynı aşağılık acıları / gerçeği yaşayıncaya kadar bir kez daha ölmüştür (yenik bir halde)...

Bu eser, müziğin insan sanatının bir parçası olmanın ötesinde, düpedüz, sanatın kendisi olduğunu anlatır.

Diğer taraftan, sanatın insan´dan bağımsız olarak ele alınamayacak kadar da insan´ın eseri olduğunu anlatır.

Tchaikovsky, başta bale suitleri ve konçertoları olmak üzere, batının son yarım asır blujeanli aleminde dahi iyi bilinen biridir. Fakat acizane kanaatim, işte bu eser, hem Tchaikovsky´nin insan kültürü açısından taşıdığı yer ve önem, hem de batı müziğinin karakter ve seviyesi açısından gençlik bilincimde en önemli örnek olmuştur.


................

Müziğin yüksek insanı Peter Ilyc Tchaikovsky, her şeyi anlatmıştır.

Onun müziğe kazandırmayı başardığı muazzam zirve...

1945 sonrası simalarının, ona "gay" damgası vurmaya kalkmak da dahil, çapul marifetlerinin hiçbiri ne onun şahsiyetini ne de müziğin onunla ulaşmayı başardığı bu zirveyi kirletebilir...

Yıllar sonra TV´de nasıl olduysa yayınlanmış ve çok kaba hatlarıyla senfonik orkestra ve orkestrasyon ile ilgili bir belgeselde işte bu eserin son bölümünden (adagio lamentoso) icra örnekleri verilmişti: 1. ve 2. kemanların karşılıklı veya ardı ardına katılmaları...

Diyarda canlı konser´e gitmemek konusunda ahtım olduğundan (bir yandan kahrolsun kapitalizm deyip diğer taraftan Avrupayı - Amerika´yı fellik fellik gezmem de mümkün olamayacağından) canlı bir konsere hiç tabi olmadım. Bu yüzden Tchaikovsky´nin kurguda orkestra gruplarını kullanmadaki teknik gücünü böylesine "analitik" olarak elbette hiç anlayamamıştım ( Zaten bunu anlamak herhalde high-end müzik sistemlerinde dahi pek mümkün olamayacaktır).

Geçen gün yine Tchaikovsky´i düşünürken herzaman olduğu gibi ardından aklıma hemen Petersburg geldi. Nasıl olduysa o anda TV´yi açtım. Tesadüfen gördüm ki, Beşiktaş Belediyesinin davetlisi olarak Peterburg´dan bir orkestra gelmiş. Orkestrayı rezil bir tiyatro sahnesine oturtmuşlar. Üzüldüm. Müzikte olduğu kadar internette de dostum olan Ruslar´dan (!) yakın zamanda temin etmeyi başardığım 5 DVD´lik senfonik orkestra "audio sample" paketinin sitesinde geçen "160 milyon dolarlık konser salonu" ibaresi aklıma geldi. Sample´lar o salonda örneklenmişti. 16 bit idiler ( benim için bu bile mucize gibi. Fakat 70 Gb´lık 24bit pakete de ömrüm varsa bir gün ulaşırım).

Bu durum, aynı zamanda müziğin batıdaki halleri için de geçerli. Yani, müziğin batıda da çıkmazlara sebep olduğunun farkındayım.

Çünkü "çıta" o yüksek seviyelerindeki varlığını koruyor. Batıda hayatın geldiği noktalarda standart / prosedürel akademik eğitim - öğrenim sürecinde nesillere kazandırılan şey, sadece, "çıtanın oradaki varlığını" onlara öğretebilmektir. Hiç olmazsa bu kadarını başarıyorlar.

Bence şu hayat manzarası içinden o çıtanın zorlanamayacağının onlar da pekala farkında (modernitenin toptan minimalizm avuntuları da buradan geliyor).

Fakat önemli olan, o "çıta" mirasın varlığı: Tchaikovsky, Beethoven, Wagner veya Chopin....

Yine de arayış / araştırmaya devam ediyorlar. Yani, hernekadar hayatın böbürlendiği modern çokluk ortamında yeniden İspanyollaşmış bluejeanslerinin paçalarını "herkesin kendi sanatı / müziği vardır" sloganıyla sürttürür göstermek istiyorlarsa da içten içe bir gayret halindeler. Yani, bir canlı performans konsolundan türeyip gelmiş izlenimi veren bir sokak ya da ev miksajında dahi bu gizli antrenman devam ediyor.

Jazz´ın ham halleri, ilkelliğini aynen muhafaza ettirip bundan sürüler (yani modernitenin o bildik makarnacı paganistleri) halinde övünç duyan rock ve New Age oyunlarına itibar etmiyorum. Fakat Quincy Jones gibi müzik cambazlarına saygım olduğunu yine benden başka kimse bilmez. İlaveten, sinema müziği kompozitörlerini asla hafife almamak gerektiği kanaatimi koruyorum. Bir insanın onca yıl jazz gruplarında gitar çaldıktan sonra 26 yaşında piyanoya başlaması, ardından da "Predator" ve "Van Helsing" score´larını gerçekleştirmesi. Bu, müzik mucizesi değildir de nedir?

Evet, çünkü prosedüre bel bağlamıyorlar.

Platonik ihtiras ve ihtişam, şu hengamede bu derece alay konusu duruma düşürülmüşse de onlar onun el üstünde kalması için pekala çaba halindeler.

....................

(Müziğin yerel hali hakkındaki kanaatlerime ise buradan başlayabilirim).

Yerelde çıta yok. Meselenin aslı da bu...

Müzik ile ömrü boyunca hiç uğraşmamış birileri dahi aslında bunun pekala farkında. Bu, benim gibilerine büyük bir ümitsizlik verirken kim oldukları belli birilerine de ortada istedikleri gibi cirit atma şansı veriyor. Çünkü, öyle ki, toplumcu / devletçi desteği olan futbol kulübünün koca gerçekliğinin üstünde durduğu küçük bilyeleri işaret edebilen itirafçının cesaretine sahip biri çıkıp "bu zırvaların müzik ile uzaktan yakından hiçbir ilgisi yok" diyemiyor...

Müzik hakkındaki gerçek, felsefi bakımdan bir yana bırakılsa dahi, konunun teknik mahiyeti ortada: Müziğin yerelden yükselişi ancak kendine has tınılarının varlığıyla mümkün olabilir. Ve o tını yapı ve karakteristiklerinin zaman içinde kendi olgunluklarını kazanmış olması gerekiyor (işte klasik orkestranın mazisi ortada).

Benim yaşadığım şehirde (Eskişehir) de ve yine "kaynaklarından dolayı" asla kabullenmeyeceğim orkestralar kurdular. Bunların kadrolarını da repertuvarlarını da gayet iyi biliyorum. Fakat hiç kimse beni bunların "biz -hayat sayesinde- müziği de elinden alırız" demeye getiren salon vs.lerine sürükleyemez. Çünkü susuz barajlar sadece bilinen beton barajlardan ibaret değildir. İşte, kaynakları / kökleri itibarıyla "hakiki müzik insanı"ndan destek alması mümkün olmayan 3. dünya orkestraları da birer susuz barajdır...

İnsan varlık ve idealizmini dişil ve toplumcu bir engizisyon altında / 3. dünya katıksız materyalizmi altında kahroluşa terkettikten sonra boy boy "tahrik" posterleriyle reklamlanan bu şeylerin konserlerinin seyredilmesini beklemek...

Hayır. Benim mucizevi audio cd´im ve onu bana öyle mp3 olarak değil, geniş geniş döndüren eski cd player´ımı tercih ederim. Bir de şu mucizevi makinanın MIDI müzik mucizesi var tabi...

Çünkü ortada bir hırsızlık vardır. Ve bu, ruhsuzların "ruh hırsızlığı"dır (Demek ki, bunun ne kadar imkânsız olduğunu görebilecek kadar bir ruhtan dahi mahrumlar. Ve bu yüzden boş salonlara çalıyorlar...).

Yalın bir teknik prosedür içinden müziğe ulaşılamaz. Topyekün bir şekilde ortaya çıkmış "korkunç gerçeklik paketi"nin bir detayı olarak bunu da elbette anlayacaklar. Çünkü ortada ne müzik yapmalarına imkan veren bir insanlıkları, ne de onların o "teknik yönergeleri"nden ibaret içleri boş gayretlerini dinlemeye gidecek bir insan var...

Bu ifadeler çok kırıcı görünebilir. Fakat gerçeği anlatmaya devam etmeli:

Diyelim ki, ben, tek bir şahıs olarak, bu konuda genel gerçeği örneklemede yetersizim. Doğrudur. Çünkü benim şu forumda her seslenişim de aslında buna dönük.

Tuhafıma giden şu: Eskiden (muhtemelen 80´lerin ortaları / sonları) sorular kasıt ve tahriklerle doluydu. Yani, soruları soranlar aslında cevaplarından pekala haberdardı. Fakat bugün bakıyorum, o zamanlar bu soruları soranların bu günkü halefleri bu soruları tuhaf kalan bir samimiyet içinden soruyorlar. Yani, anlıyorum ki, cevapları gerçekten bilmiyorlar.

Yaptığım iş, fikir yaşantısında tutup kan davası gütmeye kalkmak elbette olmayacaktır / olmamalıdır. Fakat şu da bir gerçek ki, iradeler ve bu iradeler karşısında yükseltilmek zorunda kalınmış fikirlerin bir mazisi vardır. Ve ben, bu içtenlik karşısında çirkin bir kin / nefret çuvalı içinde kalmak istemiyorum. Fakat "hatırlamak". Hatırlamasam böyle olmazdı...

Hatırlamasam gidip ben de onların görmemiş "seyirci"leri arasına katılabilirdim.

Fakat hayır. Ben (özellikle) müzikte, seyirci kalamam...

Bugün yerelde konser salonlarının boş kalmalarının icracı kesim açısından sebebi, bu salonlar ve onların platformlarına konumlandırılan orkestraların çıkış noktalarının bunlara müsait olmamasıdır.

Kimse "kahvehane muhabbeti / tartışması" olarak nitelemeye kalkmasın fakat bu işin mazisini kısaca özetlemek / hatırlatmak zorundayım:

Konser salonlarının boş kalması altında, "yalın halk maddeciliği ile ideolojik maddeciliğin sinsi işbirliği" bulunmaktadır. Halk maddeciliği, dişil aile kafasından taviz vermez ve vermemiştir. Bundan istifade eden ideolojik madddecilik ise, sözde demokrasinin sandıklarına güya "sağ" oylar vererek birkaç yılda bir günah çıkaran çıldırtıcı halk maddeciliğinin sinsi desteğinden sonuna kadar istifade etmiştir (önce, bizim kız doktor çıkacak - bizim oğlan mühendis çıkacak materyalizmi, şimdi de, amcası bizim torun Amerika´ya piyanist gitti, "şef" olarak gelecek olayı...). Yani, ideolojik maddecilik, adıına "halk" denen hayat yığınını bu şekilde en zayıf yerinden yakalamayı başarmıştır. Bu sayede, darbe destekli oligarşide bir burjuva koltuğu kapmak peşindeki birileri, akademik köşeleri kapmayı başarmışlardır.

Burada İdeolojik maddeciliğin akademik yapıyı tamamen ele geçirmiş olmasının, müzikte yetersiz neseplerin imal edilmesini, halk maddeciliğinin galibiyetinin ise "müziğe ihtiyaç duymayan" hayat yığınlarının türemesini sağlamış olduğu çok açıktır... Yani, ortadaki "sosyal olay" tek taraflı bir şey de sanılmamalıdır.

Bu yapıyı bu şekilde kuranlar bunun böyle olacağını görememişler miydi?

Hayır bal gibi biliyorlardı. Çünkü onlara karşılarında yıllarca ezildikleri hakiki fikir adamı / hakiki sanat insanı kadrosunun tasfiyesi ardından 3. dünya baronluk mertebelerine zıplatılmaları yetiyordu. Onlar, tıpkı tabiattaki yaratıklar gibi, kendi nesillerine şef veya piyanistlik akademik sertifiklarını kazandıracaklardı. Yaptılar da. Bundan sonrasında salonların boş kalmasının bir önemi elbette olamazdı. Çünkü salonların boş kalması maaşlerın devam etmesine engel teşkil edemezdi. Tıpkı uçak inemeyen havaalanının mesailerine sadık memurları gibi. ..

Evet, onlar, adım gibi eminim, benim şehrime 15-20 yıl öncesinde "kendi" konservatuvarlarını kurup buralara sözde yetenek sınavları üzerinden kendi çocuklarını doluştururlarken de bunun böyle olacağını pekala biliyolardı.

Fakat onların sonraki nesilleri bu kadarını dahi göremiyor. Unutuş, hayatın önce mayasıdır, ardından gelen yıllarında ise kutsal helvası...

Bunun da ardından klonların "biz kimiz?" soruları... (Bu, bana, "gerçek nedir?", "evren nedir?" bunlar karşısında "insan nedir?" sorularını çağrıştıyor. Unutulmamış olsaydı "felsefi" demek gereği olmayacaktı).

3. dünya çerçevesi içinden yıllar boyunca gördüğüm gerçek şu: Müzik için "hayatla birebir uyumlu" olan yedek parçalardan mutlak surette farklı olunması gerekiyor.

Herzaman dediğim gibi, hayatın izolasyon çerçevelerinde bir insanın çerçeve ötesi müzik kurgularına başvurmak zorunda kalışını kimse yadırgayamaz. Fakat bu, şahsi bir şey olmaktan çok farklı olarak bürokratik-makro bir katmanda uygulanmaya kalkılır ve oyun oligarşik bir hikaye haline dönüşürse saçmalık asıl bu olur. Ki, diyarda devlet eliyle batı müziğinin birebir taklit edilmiş olması bunun tam bir tezahürüdür.

Kimse kırılmasın, fakat, sağduyu, diyarın yakın tarihi bakımından isim olarak zikredilen simaların müzik konusundaki faaliyetleri ve bunların sonuçlarındaki tuhaflığı net bir şekilde ortaya koymakta. Yani, gerçek şu ki, ahlat ağacı altında insanın embriyonik / çok derinlerde bırakılmış ( biçim alması dahi mümkün olmamış) insanlığını bağlama´nın tellerinden avazlama gayreti, asla bu kadar köksüz değil. Fakat teknik bakımdan mesele şu ki, bağlama orkestrası kurmaya kalkmanın anlamı yok. Bütün denemelerin ne kadar anlamsız ve hatta saçma kaldığı ortada. Çok açık: Çıkış aranıyor, aranmıyor değil. Fakat nafile. Muhtemelen enaz 2000 yıl, hayat balonunda dünyada eşi zor bulunur bir şekilde uçurulmuş bir defa.

Felsefi yükselişi gerçekleştirmeyen (tam aksine buna akıldışı bir şekilde cephe alıp onu tehdit olarak gören) bir hayat yapısının tabi ki müziği de olamaz. Yani, hayatı kendi yolunda katıksızca götürüp, ona paralel halde prosedürel, yani, formalite olarak bir insanlık ve dolayısıyla medeniyet teşkil edilemez.

O konser salonlarının doluluğu artık sözkonusu değilse de, boşluk, hiç olmazsa "maskesiz gerçek"tir (Yakınılması gereken, gerçeğin ortaya çıkması değil, maske takmış bir halde olmasıdır).

Yazdıklarımı okuyanlar, "insan´ın çevreleyici gerçek karşısında sürekli zincirli tutulması sebiyle insanlığın hiç yükselemediği bir bataklık" dediğimde hemen antipati fazına geçiyor. Fakat gerçek bu.

Ne kadar da açık: Müzik yok burada. Ve hem de adeta hiç olmamışçasına bir yokluk...

İnsan sağ duyusu "böyle birşey nasıl olabilir?" diye soruyor. Fakat kim inkar edebilir, yok işte...

Gayet açıkça ortada değil mi, ithalat, yokluğu örtbas etmeye dönük olarak gerçekleştirilmiştir. Müzik ve diğerlerini var kılabilmek için değil. Böyle bir samimiyetsizlik temeli üstünde kim hangi samimiyet katlarını inşa edebilir.

Bir-iki Rus antropoloğun Altay Şaman Kültürü hakkında yazdıklarından ve birkaç satırdan ibaret şu alıntılar aklımdan geçiyor: "Yaratıcı kudret, gökteki kara buluttan gökkuşağı bir yılan halinde iner. Onun (şamanın) bedenine dolanır ve oradan da başına yönelip içini doldurur..."

İşte şu anda olmayan şey bu (Ruslar, burada sperm ve yumurtdan değil, başka birşeyden bahsedildiğini eminim ki, anlamışlar ve kaleme almışlardı).

Müzik ve diğer insan alanları için gerekli olan en temel şartı eski dünyanın toprağına gömerek batıya yönelmiş ve bu mezarcılık karakterini de hiçbir zaman kaybetmemiş devletli / toplumlu azılı hayat güruhu, bu muazzam kaynak ve onun eserinden işte böyle mahrum kalmıştır. Gökgürültüsünü sembolize eden "davul" batının klasik orkestrasında kesin bir yer kazanmışken diyarda "uyandırma servisi" fon sesi olarak kalması tesadüf değil (Ramazan davulu...).

Aslında, bataklığın kıvamında insan kavrayışı ve onun klasiklerini yokedebilmek için de çok çabaladılar. Fakat hayat henüz bunu başarabilecek bir yere bu yerelinde dahi gelebilmiş değil. Bu şeyin aklı da yoketmeyi başarabilmesi yolunda, "müziksiz bırakabilmek" için gerekenden çok daha fazla evrimleşmesi gerekiyor.

Uzun bir açıklama oldu fakat en kısası sanırım bu olabilirdi...





Sevgili Metin;

Güzel açıklamanı merak ve heyecanla takip ettim. Öncelikle içten (senden) ve samimi açıklamalarına teşekkür ederek sözlerime başlamak istiyorum.

Başından sonuna kadar görüşlerine katıldığım ancak, belli noktalarda (ve belkide anafikirin başka bir gözden görülmesi ile) eklemek istediğim ya da zaten bildiğinizden süphem olmayan ancak belkide gözden kaçırmış olabileceğiniz noktalara ışık tutmak istedim.

Özellikle Tchaikovsky'nin patetique  senfonisi hakkındaki eleştrileriniz ve izlenimlerinizde çok doğrusunuz bu gerçekten bu sıradağların ( müziğin ) en ihtişamlı tepelerinden bir tanesi. Ancak en büyüğü diyemiyorum. Çünkü bunun yanısıra Mahler'in "Binlerin Senfonisi" yada "Titan'ı" , yada J.S.Bach'ın "Passionları" gibi eserler de o ihtişamlı sıradağın tepeleri arasında. Zaten muhteşem bir resimi oluşturabilmeleri için sadece dikta gibi görünen tek bir dağın etekleri olması tüm müzik tarihinin başta lezzetini sonra da içeriğini hiçe saymak olmaz mıydı?

Lezzet tariflerine biraz ara verdikten sonra, özellikle yazınızda dikkatimi çeken bir noktaya değinmek istiyorum. 16 bitlik High-End müzik sistemlerinde DDD kayıt yapılmış normalize edilerek -4 desibel dip gürültüsü ile kaydedilmiş HATASIZ! kayıtları dinliyor ve daha iyisinin 24 bit olan versiyonunu dinleyebilmeyi ümit ediyorsunuz.

Açıkçası kayıt teknolojisinin gelişiminde ve ortaya çıkışında asıl amaç "Gerçeği kadar olmasa dahi" çalınan eserlerin icracıların ve bestecilerin daha büyük zümrelere hitap etmesini sağlamaktır. Ancak bunun yanısıra, kayıt teknolojisi geliştikçe bir yan-amaç daha oluştu. Kalite! Kalite analog kayıtlardaki gibi olmadığından, dijital kayıtlarda analogdaki zevk ve gerçekliği yakalayabilmek adına gelişim süreci başladı ve sonunda gerçek gibi olmasa da gerçeğe en yakın halini aldı. Kimbilir belkide gerçek ile aynı kaliteyi birgün yakalayabileceğiz. Ancak günümüz teknolojisinden müzik başlığı altında (o ahşap enstrumanları yontan teller geren insanları, sonra bu teller üzerinde tüm bir hayatı ona göre şekillendiren insanları ve tüm bunlara verilmiş duyguları düşündükçe) bahsetmek te ayrıca içimi burkan başka bir etmen oluyor ne yazıkki. Bugünün örneği olabileceği için başka seçeneğim de yok galiba. Kayıtlardan dinlediğimiz o HARİKA yorumlar, konserler ve resitallerin günümüzde hal-i hazırda hem dünyada hemde ülkemizde seslendiriliyor olması ( ki dediğiniz gibi verilen değer tartışılır ) , ve buna rağbetin neredeyse kalmamış olması nedeni ile düşüncelerim beni başka bir açıya yönlendiriyor. Aslında amaçlanan o YAYGIN KİTLEYE ULAŞMA ilkesi doğrultusunda belki amacına ulaştı kayıt teknolojisi sonuçta ancak asıl amaç olan yaygın kitle şu anda konser salonlarından uzakta CD dinliyorlar.

Atatürk Ankara Opera binasını tam garın karşısına ortada bir tek bina yokken yaptırması ve bunun verdiği mesaj apaçıktır. O zamandan günümüze uzanan yaşamında seyirci kitlesini kaybetmiştir günden güne. Amaçlanan çağdaşlık gün geçtikçe BATI MÜZİĞİNİ TAKLİT anlayışına bürünmüştür. Kİ ASLINDA MÜZİK EVRENSELDİR! ve bunu yani BATI MÜZİĞİ tabirini kullandığımız her an , yüzlerce millete mensub binlerce bestecinin DÜNYA MÜZİK TARİHİNE yaptıkları katkı gözönüne alınırsa, Kendimize DOĞULU da demiş oluyoruz. Çünkü o onların müziğidir biz bizimkini yapmalıyız derken kastettiğimiz HALK müziği bizim yerel müziğimizdir. Macarların, Rusların, İngilizlerin, Almanların ve Fransızların da kendi yerel müzikleri olduğunu ancak bu konseptin EVRENSEL MÜZİK'ten dışarda tutulduğunu görüyoruz.. Çünkü bu müziği oluşturan kuralları formal kriterleri bulanlar sadece tek bir ülke yada bölgenin vatandaşı değildiler. Biz böyle yaptıkça belki kimi görüşlere göre gerilemiyoruz ancak ilerleme çok yavaşlıyor. Zaman en değerli şey iken bir anda en kolay harcadığımız şey halini alıyor. Halk müziğimizden yöresel müziklerimizden pek çok örneği de ayrıca geçen başlığımda yazdığım besteciler EVRENSEL MÜZİĞE katmışlardır. Bu durumda HALK müziği ile sizin tabiriniz ile BATI müziği arasında aslında bir ilişki kurulmuştur. Bu nedenle BATI yerine EVRENSEL tabiri daha doğru olacaktır.

Sadece bu tabiri kullandığımızda da göreceğimiz gibi sizin bahsettiğiniz KONSER SALONLARININ BOŞLUK NEDENLERİ arasında saydığınız ve özellikle altını çizdiğiniz MEMURLAŞMA diyerek bahsettiğiniz etmenin aslında Tüm terslik ve yozlaşmaya karşın bir sonuç niteliğinde ayakta kalabilme mücadelesi olarak değerlendirilmesi gerekir. Nedeni çok açıktır. Son derece interaktif bir alış-veriş olan müzik-halk düzleminde müzik icra edildikçe , sizin gibi düşünenlerin o konser salonlarında BULUNMALARI ve ELEŞTİRMELERİ en büyük dizginleyici etmen olacaktır. Dediğiniz gibi ASIL olan ÖZ ile GERÇEK arasındaki bağı kuran felsefe'de gerçeklerle hep büyük bir mücadele bir irdeleme ve bir anlayış hakimdir. Bu durumda size sormak isterim. Sizce memurlaşma olmasa ( yani kimse gelmese de yine de çalınmasa ) ve kapatılsa bu gibi ilgili görmeyen kurumlar, sizce Türk sanatına çok mu büyük katkısı olacak yada Türkiye'nin gidişatı ne gibi etkilenecek?

Demek istediğim azizim, sizin gibi düşünen (bilen ve farkında olan) nice kimseler vardır ve şu anda belkide sizin tabirinizle müziksiz müzik yapılmaya çabalanan ( belkide çabalanmayan ) bir çok yerde müziği dinleyen kitle bilgi olmadan onunla doyabilen bir kitleyken siz yerlerinizde oturup CD dinleyerek ve hiç İÇERİDEN ELEŞTRİ yapmadan konserlere gitmeden ne yönde etkileyebilirsiniz Türkiye'deki EVRENSEL MÜZİĞİN gelişimini? Bu aslında bilmenin yanında getirdiği bir MİSYON! Hepimiz için. Konser salonlarında evet belki tatmin olmuyoruz, belki tatmin olacağımız konserleri de kaçırıyoruz bu vesile ile ancak bu kurumlar Atatürk Türkiyesinin sanat anlayışını günümüzde ayakta tutabilecek yegane kurumlarken yozlaşmanın damarlardaki ilerlemesine dışarıdan bir etki gibi bir belkide antibiyotikmiş gibi nüfuz ederek bir DUR diyebilmek adına CD player'larımızdaki melodileri sadece kendimiz için değil tüm ülke için konser salonlarına taşımak adına orada bulunup konserlerdeki seviyeyi REALİST ve FARKINDALIK sahibi bireyler olarak eleştirmemiz gerekiyor. Bu işte bizim misyonumuzdur.

Zannımca, son derece örgütlü ve planlı bir yozlaşmanın yaşandığı ülkemizde bu şekilde açık ve cürretli bir şekilde yozlaşmayı ortadan kaldırmak amaçlı çalışmazsak  elimizdekiler de bir gün olmayabilir. Bu küçük ütopik düşüncemden sonra sizi tekrar görüşleriniz hakkında tebrik etmek ve bu denli açık bir şekilde ifade ettiğiniz için teşekkür etmek istiyorum. Umarım bu düşüncelerinizi konser salonlarındaki konserlerde dinlediğiniz güzel konserlerden sonra değişip yine orada da dile getirebilirsiniz. Tüm ülkemiz için aynı duygular ışığında uzunca yazıma nokta koyuyorum..

Saygılarımla



"Dediğim gibi, sanat kurumları çok zor koşullar altında açılıyor günümüz Türkiye’sinin geldiği noktada. Herşey halkın kültürel gelişimine katkıda bulunmak için ve yine ülkemiz için. Peki eskiden konserlerde yer bulamayan insanların torunları neden bugün konserlere gitmiyorlar? neden artık televizyonda günübirlik şöhret olan insanları izlemeyi tercih eder oldular? Onları ne küstürdü müziğe karşı? Bu ilgisizliğin kaynağı nedir? Acaba müzik insanların gözünde bir sanat dalı olmaktan çıkıyor mu yavaş yavaş?"

Sevgili Moonspell ! Bu ilgisizliğin en büyük kaynağı; şu ana kadar müziğin gelişimi için açılan tüm kurumların, görevlerini gerektiği  gibi yapamamış olduklarındandır..

Kişisel çıkarların her erdemin önüne geçtiği günümüzde, siyasi iktidarlarında olumsuz büyük katkılarıyla , konservatuarlarımız ve müzik eğitimi kurumlarımız üstlerine düşen görevi yeterince başaramamışlardır.

Müziği yurduma yaymakta en büyük görev müzik eğitimcilerine  düşmektedir. Çünkü onlar Anadolunun her yanına gönderilmişlerdir. Köy enstitüleri gibi etkin ve başarılı kurumların siyasi iktidarlarca engelllenmesi sonucu ve müzik öğretmenlerinin yetiştirilmelerindeki olağanüstü hatalar günümüzdeki sonucu doğurmuştur. (mektupla müzik ve çalgı öğretmek gibi vs:) Konservatuarlarımızın da bu sonuca katkısı azımsanmıycak ölçüdedir. At gözlüklerinden yıllarca kurtulamayan bu kurumlar yeterince akıllı ve erdemli davranamamış ve siyasi iktidarların her oyununa gelinerek  günümüz sonucuna ulaşılmıştır.


GÖNÜL isterdi ki sonuç farklı olaydı Can'ım:)

Tüm güzelliğiyle  ve tüm bilinciyle  ve tüm emeğiyle kısası ;  tüm erdemiyle müziğe  hizmet etmiş bir çok sanatçıyı ve müzik eğitimcisini  tenzih ediyor ve buradan saygıyla anıyorum.....   
  

 


Yazıyı Tavsiye Et

Yorumlar


Bu yazıya henüz yorum yapılmadı.

Yorumları okumak yada yorum yazmak için sisteme giriniz.